“Kibirli” bir Anadolulu olarak, “naif” Amerikalıların 8 Kasım’daki başkanlık seçimine dair “ahkâm kesmek” durumunda kalmak dahi içimi karartıyor. Ancak işimiz dış mevzu, elimiz mahkûm. Demokratik ve Cumhuriyetçi partilerin adayları düşünülürse, en azından kendi “tarihimde” böylesine “düzeyi düşük ve sevimsiz” bir kampanya görmedim. “Amerikalılar için üzgünüm” ile lafa başlıyorum. Sonra seçilecek şahsiyetin bizim coğrafyamıza dair olası tasarruflarını düşününce, “Hepimiz içinüzgünüm”e varıyorum.
***
İşte New York’teki Hofstra Üniversitesi’nde yapılan ilk
başkanlık tartışmasını bu halet-i ruhiyede izledim. Ekonomi,
istihdam, terörizm, ırkçılık, liderlik, Irak savaşı gibi başlıklar
vardı, “dış politikaya” şöyle bir değinildi.
Clinton; Amerika’da pek sempatik bulunmadığından
danışmanlarının tavsiyesiyle olsa gerek, kâh “torununu
görmüş babaanne” edasıyla sürekli gülücük saçtı; kâh “devlet
kadınlığı tecrübesini” sergilemeye, kararlı duruş göstermeye
çalıştı. İç sorunlara çözümler üretecek “kurumsal yapının
adayı” profili çizdi. Dış politikada “dünyayı kurtaracak ülkenin”
lideri olarak müttefiklerle çalışma şablonunu tekrarladı. Trump’un
“Yetişkinliğinden beri IŞİD’le savaşıp kaybettiği” mealli
alayına yahut “Libya’yı batıran dışişleri bakanı” vurgularına
laf yetiştirmedi.
Trump ise “ülkenin kötüye gittiğini” düşünen Amerikalıların oranı
yüzde 64’ü bulmuşken, “değişim adayı” görünmeye çalıştı,
popülizmini sergiledi. Dış politikayı bilmediği, basit neden-sonuç
ilişkilerini kuramadığı ortadaydı. Danışmanlarının tavsiye ettiği
besbelli saldırgan ve seksist üslubundan kaçındı. Tartışmalı
kişiliği ve geçmiş gafları peşini bırakmadı, savunmaya geçti.
Anlaşılan üç tartışmanın ilkini yitirdi.