Adalet ile ikbal arasındaki bağlar muhtelif.
Altın varaklı görgüsüz bir otel olacakken, ek adliyeye dönüşmesi
uygun görülmüş o binayı tarifte kullanılan lokantayı
kastetmiyorum.
Evet o da Ankara’da. Fakat başkentte salgına dönüşmüş öteki
ikbalden söz ediyorum şimdi. Bu “çağ yangını”nın anahtar
kelimesinden.
Malum iki anlamı var ikbalin: Baht açıklığı ya da yüksek bir makama
erişmiş olma durumu. Söz ettiğim, ikincisi.
Öğretim üyelerini, onların kimliğinde, Cumhuriyetin köklü
üniversitelerini tasfiye eden “bir kısım” kadronun halini
de anlatan ikbal.
Erişilen yüksek makamda -artık bakanlık, rektörlük ya da dekanlık,
hangisi ise-olabildiğince uzun süre kalmak, öylesine vazgeçilmez
bir amaca dönüşmüş, hukuki ve insani değerlerin cümlesinin birden
öyle önüne geçmiş ki, altına imza atılmış ihraçların,
bireysel-toplumsal sonuçları ile bağların kopması kaçınılmaz hale
gelmiş.
***
İkbal yabancılaşması diyoruz biz buna.
“OHAL’de referandum olmaz” diyen Prof.
Dr. İbrahim Kaboğlu, dünya çapında orkestra
şefi İbrahim Yazıcı ile terör örgütleri
arasında ilişki kurduracak, bundan mahcubiyet duyurmayacak ölçüde
devasız bir hastalık.
“Kırmızı çizginiz nedir? Kaç kişi daha atılırsa o görevde
durmazsınız?” sorusunu duymazdan geldiren bir
yabancılaşma.
Ne bilime adanmış onca yıl, ne -bir kısmı ikbal sahiplerinin çocuğu
yaşındaki-öğrencilerin geleceği, ne üniversitelerde o kadroların
bir daha nasıl yetişeceği, oluşacak büyük zamansal ve birikim
kaybı, özlük hakları da ellerinden alınan hocaların nasıl mutfak
alışverişi yapıp çocuklarını nasıl okutacağı...
Öyle derin bir yabancılaşma, insani olandan öyle ürkütücü bir
uzaklaşmadır ki bu, gece yastığa baş koyunca “Ya ne yaptım, bugün
bir imza attım ama, hangi hayatların, hangi emeklerin nasıl canına
okundu? Kimlerin geleceğini çalmış olabilirim? Bu ülkeyi kaç yıl
daha geriye düşürmüş olabilirim?” gibi düşüncelerin
kazara o başa üşüşme ihtimali yoktur.
Varsa yoksa, sahte bir tevazuyla maskelenen iktidar ortaklığı,
ilişkileri ya da adacıkları.
***