19. yüzyılın başlarında Osmanlı’nın içinde bulunduğu siyasi ve idari sefalet Tanzimat’a giden yolun önünü açmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun idari, askeri, iktisadi zorluklarla karşılaşması onun Batı karşısında zayıflamasına, Tanzimat Fermanı ile de Batı’nın üstünlüğünü kabul etmesine sebep olmuştur. Bu çerçevede yapılan ıslahatlar sosyo-kültürel alana büyük etki etmiştir. Batı, burjuva kültürün saltanatını Osmanlı topraklarında da kurmak istemiş, öze temas edemeyen ıslahatlar Osmanlı insanına aşılanmış ve toplum kısa bir süre içinde zaman zaman trajik sayılabilecek değişimler yaşamıştır. İlerleyen yıllarda modernizmle birlikte yüzeysel ve şekilci bir form alan bu yenilenme, toplumun kendi kültürüne yabancılaşmasını da beraberinde getirmiştir.
Tanzimat dönemi'nin Batıcı tavrına karşı Fransız İhtilali’nin siyasi ve toplumsal sonuçlarından ilham alarak çağdaşlaşma ve modernleşmeyi savunan aydınlar da vardır. Kısa bir süre önce Fransa’nın temellerini sarsan ihtilal ateşi istibdat ve monarşi yönetimlerine karşı mücadele veren aydınlarımızın düşünce dünyasını da sarmıştır. Bu ateş Mithat Paşa’dan Jön Türkler’e, oradan İttihat ve Terakki’ye ve Cumhuriyet devrimlerine uzanan sürece kapı aralamıştır. Batı’daki halkçı ve ilerici devrimleri görmemek, Voltaire’in, Rousseau’nun aydınlanmacı görüşlerinden etkilenmemek ve gözlerin Batı’ya çevrilmemesi ilerici aydınlar için mümkün değildi. Bu aydınlar kendi topraklarına yabancılaşmış, ayaklarını başka dünyalara basan insanlar değildir. Özgürlük ve aydınlanma ateşini kendi topraklarında yakmak isteyen aydınlardır. Ancak tıpkı Aydınlanma’nın anavatanında olduğu gibi idealler dikensiz yollardan yürüyememektedir. Bu topraklarda da süreç içinde çeşitli tutarsızlıklar ve yozlaşmış yapılar meydana çıkmış, kafa karışıklıkları, kimlik bunalımları ve “yerini arama” olgularıyla karşılaşılmıştır.
DOĞU İLE BATI ARASINDA
Toplumsal ve tarihsel koşullar, medeniyetler çatışmasını ve Batılılaşma sorununu ilk dönem Türk romanının merkezine oturmuştu. Tanzimat’la başlayan Batılılaşma anlayışının, ilk roman denemelerinden itibaren 1950’lere kadar edebi eserlere girdiğini, bu eserler aracılığıyla olgunun tartışıldığını görüyoruz. İlk roman denemelerinde yazarlar Doğu-Batı sorununu, yarattıkları karakterlerde fikri derinleşmenin bir aracı olarak kullanmışlardır. Ahmet Mithat Efendi’nin “Felatun Bey ve Rakım Efendi”si, Recaizade Mahmut Ekrem’in “Araba Sevdası”, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Şıpsevdi”si, Halide Edip’in “Sinekli Bakkal”ı, Peyami Safa’nın “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu” gibi eserlerine baktığımızda ilk dönem Türk romanında alaturka ile alafranganın çatışmasını, alafranga tipin dönüşümünü görebiliriz.
Bu dönemde Doğu-Batı çatışmasını eserlerinde sıkça ele alan yazarlardan biri de Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Tanpınar, Batıcılık fikri ile gelişen çelişkinin ve yozlaşmanın sorgulamasını yapması nedeniyle üzerinde durulması gereken bir edebi kişilik olarak karşımıza çıkıyor. Tanpınar Türk romanında, toplumsal meselelerin romana yansıdığı dönem ile bireysel buhranların filizlendiği yeni bir dönemin arasında yer alır. Psikoloji ve estetiğin ağırlıklı olduğu roman anlayışıyla ilerlerken bir yandan da fikir romanı yazmaktan vazgeçmez. Tanpınar’ın “Huzur” adlı eseri bu harmanın bir ürünüdür. Yazar, Mümtaz ile Nuran’ın aşkı üzerinden uzun, düşünülmüş, ince ince işlenmiş bir anlatımla yüklü sorgulayıcı bir hikaye sunar bizlere. Tanpınar’ın roman tekniği ve estetiği üzerine çokça uğraştığı bellidir. Öyle ki bir “huzursuzluğun romanı” olan “Huzur”un akışı, biçimi yoluyla huzur arıyor gibidir, o kadar dingin ve yavaştır. Ancak “Huzur” iyi bir aşk romanı olmasının yanında, bir düşünce romanıdır da. Tanpınar, Mümtaz- Nuran- Suat üçlüsü ile aşkı işlerken, İhsan- Suat- Mümtaz üçlüsü ile de fikrî sahneye açılır; Batılılaşma, modernizm ve nihlizm üçgeninde ulusal kimlik arayışına girer. Tanpınar, yerini ve kendini arayan topluma ayna tutmaya çalışır. Onun yolu, eskiyle yeni arasında bir köprü kurmaktan ve yeniyi doğru yerde konumlandırmaktan geçer. Fikir hayatımıza katkısı da buradadır. Kuşkusuz bugün “ait olduğumuz yer”i ararken Tanpınar’ın Batıcılık ve Batı eleştirisi daha da anlamlı hale gelmiştir.
Yaşamı, hızlı sosyal gelişmelerin yaşandığı tarihsel bir döneme denk gelen Tanpınar, yaşadığı bu çalkantılı dönemi büyük bir hassasiyetle gözlemleyip, estetik biçimde eserlerinde işlemiştir. Bu eserler sosyo- kültürel tarihin adeta birer belgesi gibidir. Tanpınar’ın modernite ve ulusal kimlik sorunu üzerine düşüncelerini işlediği “Huzur” bu eserlerin en önemlilerinden biri. “Huzur”un baş karakteri Mümtaz’ı, Tanpınar’ın kendi kişiliğinden doğurduğu düşünülürse eserin önemi Tanpınar’ı anlamamız için daha da artıyor. Tanpınar’ı bugün içinde bulunduğumuz şartlara dahi bağlayan öz, bu eserin içinde yatıyor. Taner Timur bu özü en temel haliyle şöyle açıklar ki bizim de Tanpınar’a atfettiğimiz önem budur: “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eseri bir kavram karışıklığının, bir fikir huzursuzluğunun ürünüdür. Bu roman, tarihimizin önemli bir dönemcinde ulusal kimliğimizle ilgili ciddi sorunları gündeme getiren, fakat bunlara verdiği yanıtlarla değil, bu bağlamda sorduğu sorularla bizleri düşündüren bir eserdir. Sanırım yazın tarihindeki önemini de bu niteliğinden almaktadır.”