İnsanların hırsa dönüşmüş tüketim düşkünlüğü
beni korkutuyor doğrusu. Her türlü hırs gibi bu hırs da kendinin ve
başkalarının yaşadıklarını düşünmelerinin önünde bir engel
oluşturuyor.
Dünü, bugüne örnek gösterenlerden, dün bugünden hep daha iyiydi
diyenlerden değilim. Zamanın, koşulların değiştiğinin, buna bağlı
olarak insanların da sürekli değişim süreçleri yaşadıklarının,
bunun kaçınılmazlığının farkındayım.
Ama yine de zaman zaman eskilere, kendi çocukluk, gençlik yıllarıma
yolculuklar yapıyorum.
***
Eski okurlarım bilirler. Ben 1943
İstanbul-Cihangir doğumluyum. Oturduğumuz apartman, sonraları
Başkurt olarak değiştirilen Sormagir Sokağı’nın -yine sonradan
Akyol olarak değiştirilen- Tavukuçmaz Yokuşu’nun birleştiği
köşedeki Tolunay Apartmanı idi.
II. Dünya Savaşı bittiğinde iki yaşındaydım. Savaş nedir, acı
nedir, yoksunluk nedir... nasıl bilebilirdim ki o yaşta? Yaşım
biraz ilerleyince annemden duyar olmuştum ekmek karnesi, kömür
karnesi gibi sözcükleri. Evlerin çok büyük çoğunluğunda kalorifer
bulunmadığı yıllardı. Sobalarda kokkömürü veya odun yakılarak
ısınılırdı. Sokağımızın ilk modern kaloriferli yapısı Barış
Manço’nun babası Hakkı Bey’in yaptırdığı
Manço Apartmanı idi.
Sanırım ilk kez 5-6 yaşlarındayken babamla kömürümüzü almaya
gitmiştik Kuruçeşme’deki odunkömür depolarından birine. Yarım ton
olan hakkımızı bir kamyonete yükletip dönmüştük evimize. “Oh
nihayet alabildik” diyerek sevincini dışa vuran annem
karşılamıştı bizi kapıda.
Yeri gelmişken anımsatayım. Bugün bir dizi eğlence mekânının yer
aldığı Kuruçeşme sahili baştan başa odun ve kömür
deposuydu.
***
Sokağımıza leblebiciler gelirdi o yıllarda.
Leblebi, leblebi unu, leblebi helvası satarlardı. Herhalde
ailelerimizde de bugünkü “hijyen” bilinci yoktu ki
özellikle o leblebi helvasının nasıl yapıldığı pek sorgulanmazdı.
Leblebici tüm ürünlerini eski gazetelerden yapılmış küçük
kesekâğıtlarına koyardı. O gazeteleri kimlerin okuduğu, hastalıklı
mı, sağlıklı mı oldukları, nereden toplandıkları da merak konusu
değildi.
Ne bileyim, belki de bugün çeşitli mikroplara karşı dayanıklılığımı
o kesekâğıtlarına borçluyum.
Bir sokak oyunumuz vardı, “gazoz kapağı ütmece” diye.
Sokaklardan toplardık kapakları. Her birinin ayrı bir mikrop yuvası
olduğunu daha sonraki yaşlarımda düşünmeye başlamıştım. Her neyse o
leblebicilerin kesekâğıtlarına, sokaktan toplanan o gazoz
kapaklarına karşın 75. yaşımın arifesine gelebildim ya, ne mutlu
bana...
O yıllarda Cihangir kozmopolit bir semtti. Alışveriş yaptığımız
bakkal Avram Efendi’nin, İspiro
Amca’nın, kırtasiyeci Rober Abi’nin, berberimiz
Avril Amca’nın adlarının “bir tuhaf”
olduklarının farkındaydık ama gerisini merak etmezdik. Aynen
sokakta birlikte oynadığımız arkadaşlarımızın adlarının gerisinde
de ne olduğunu merak etmediğimiz gibi.
Merak ettiğimizde ise hemen hepsi gitmişlerdi...
***