Yıl 1986. Bir sonbahar akşamı. Hamburg’daki evimizin kapısı
çaldı, açtım. O. OğlumEmek’in okuldan en yakın
arkadaşı. Gide gele evimizin çocuklarından biri olmuş.“Emek evde
değil” dedim. “Önemli değil” dedi, “ben seninle
konuşmaya geldim”. İçeriye aldım, bir odaya geçtik. Benimle ne
konuşacağını merak ediyordum bu 16 yaşındaki çocuğun. Karşılıklı
oturduk. Uzatmadan lafa girdi. “Ben okulu bırakıyorum”dedi.
Afalladım, çünkü dersleri, notları iyi olan başarılı bir
öğrenciydi. “Neden?” diye sordum. Anlatmaya başladı...
Okul ona istediğini vermiyor, hayalini kurduğu bir hayata
yönlendirmiyormuş... Derinine inilmesi gereken, ciddiye alınması
gereken bir konuydu.
“Anlat” dedim, “nasıl bir hayatı öngörüyorsun
kendine?”
“Ben tiyatro ve sinema sanatçısı olmak istiyorum...”
Anlaşılabilir bir durumdu. Avusturya kökenli annesi Almanya’nın
ünlü tiyatro sanatçılarından biriydi. Anneannesi, anneannesinin
annesi de Avusturya’nın. Hiç görmediği babası da önemli bir tiyatro
sanatçısıydı. Kan çekiyordu. Ama onlar klasik tiyatro eğitiminden
sonra sahneye adım atmışlardı. Bunu söyledim. Bana, “Zaman
değişti” diye yanıt verdi. “Artık sahneye ulaşmak
için başka yollar da var.”
***
Sordum. Anlattı. Önce iki yıllığına Paris’e gidecek, orada hem
bir ailenin yanında çocuk bakıcılığı yapacak hem de tiyatro
kurslarına devam edecekmiş. Sonra... Yine iki yıllığına New York!
Brooklyn’de dans, jestik, mimik kursları. Sonra... İtalya. İtalyan
tiyatrosu...
Nasıl bir hayal dünyasıydı bu?
Anlatıyor, anlatıyor, anlatıyordu. Akşam geceye dönüşmüş, gece
ağarmaya başlamıştı.
En sonunda sordu: “Ne diyorsun?”
Hayatımda karşılaştığım en zor sorulardan biriydi. Ne diyebilirdim?
Bana gelmekle, bana bu soruyu sormakla beni büyük bir sorumluluk
altında bırakmıştı. Bir an kendimi düşündüm... Ben de bir türlü
ayak uyduramadığım ülkemin eğitim sistemine sırtımı dönerek cebimde
100 Markla Almanya’ya gidip hem çalışıp hem okumak gibi engebeli
bir yol seçip bu yoldan başarıyla çıkmamış mıydım?