1980’li yıllarda Hamburg’dan Paris’e yaptığım bir tren
yolculuğunda kompartıman arkadaşım bir Alman felsefeciydi. Yol
boyunca koyu bir sohbete dalmıştık. Bir ara, “Biz
Almanların özgürlük kavramıyla bireysel ilişkisiFransızların
aksine güçlü değildir” demiş, ardından “biz kendimizi
kitle içinde güçlü hatta özgür hissederiz” diye
eklemişti. Sonra bir örnek vermişti. “Bakın, 1932 yılı 1
Mayıs günü kadın-erkek iki milyon insan Berlin’de
orak-çekiçli bayrakların arkasında yürümüştü, iki yıl
sonra, 1934’te hemen hemen aynı insanlar gamalı haçlı
bayrakların arkasında yürüdüler…”
Anlatmak istediği bir Alman için belirleyici olanın kitlenin
niteliği değil, niceliğiydi.
***
Dün Stefan
Zweig’ın “Satranç” adlı uzun öyküsünü okudum.
Bir yerinde öykünün kahramanlarından Viyanalı Dr. B’nin ağzından
şöyle söylüyordu: “Yeryüzünde hiçbir şey insan
ruhuna hiçlik (a.b.ç) kadar
baskı yapmaz.” Bu satırı okurken yıllar önce o Alman
felsefeciden duyduklarım aklıma geldi. Kitlesellik de bir anlamda
bireyi hiçleştiriyordu. Ne var ki gücü kitlenin bir parçası olmakta
bulanlar üzerlerinde kurulan baskının farkında
değillerdi.
Günlerdir televizyon ekranlarında hiçleştirilmiş bireylerden oluşan
kalabalık kitlelerin akla, mantığa aykırı davranışlarını
izliyoruz.
Siyasal demagogların içeriksiz, niteliksiz, çoğu tekrar
konuşmalarını saatler boyu dinlemenin bir bireye kendini o anlarda
güçlü hissetmesinden öte “kazandıracağı” bir şey olabilir
mi?