Milor; Fransa’daymış.
Ailesiyle, yani üç kişi Airbnb’den geceliği 80 Euro’ya kiraladığı
bir evde kalmış.
Kaldıkları kentin adı; Fransa’nın merkezindeki Tours...
Akşamları üç ayrı lokantaya gitmişler.
Öğlenleri ise kaldıkları evin bahçesinde yandaki fırından aldıkları
‘quiche’, pizza, artizanal baget içinde farklı sandviçler,
tartlardan yemişler.
Öğlenleri 15 Euro’ya mal olmuş.
Akşamlarıysa giriş yemeği, ana yemek, tatlı ve içecekler dahil,
aşağı yukarı 100 Euro... Yani kişi başı 35 Euro...
***
Milor diyor ki...
“Yediğim her şey ya iyi ya çok iyi ya da mükemmeldi. Bu
lokantaların hiçbiri lüks değildi ama hepsi zevkli döşenmişti.
Ambiyans güzeldi. Hiçbir lokantada televizyon bulunmuyordu. Servis
hep düzgündü. Peki biz niye böyleyiz? Fransızlardan daha mı
zenginiz? Şaka bir yana, bana göre sorunun iki boyutu var.
Birincisi, ülkemizde kalite ile fiyat ilişkisi yok gibi. ‘Fine
dining’ denen olay bir, zorlarsan bir buçuk lokanta dışında yok.
Ama en azından ‘fine dining’e soyunan, İstanbul iş çevrelerinin sık
sık ziyaret ettiği lokantalarda düzgün seramik tabaklar, oldukça
iyi çatal-bıçak, bardak, masa örtüsü ve peçete bulunuyor. Servis de
genelde iyi. Ama ya bu lokantalar ile aşağı yukarı aynı fiyatta
olan balıkçı, sosyetik kebapçı ve ‘modern’ meyhanelere ne
demeli?
Yemek kalitesini bir kenara bırakalım. Ambiyanstan başlayalım.
Genelde restoran değil, okul yemekhanesi havasındalar. Masalar
birbirine yakın. İskemleler rahatsız. Hiçbir estetik kaygı olmadan
dekore edilmiş 300 kişilik aşevleri. Tüm mahalleye iftar yemeği
vermek için uygun ama restoran için uygun değil. Ya o çatal-bıçak
ve tabaklar? Bizim Burgazada’nın pazarı cuma günleri. Açıkçası
bizde adam başı en az 200 TL’ye çıkılan birçok lokantanın
müşterilerine layık gördüğü kalite o pazarda bulacağınız tabaklarla
aynı düzeyde.”
***
Birçok yazımda bu konuyu dile getiriyorum.
Fiyat kalite dengesi gerçekten de çok bozuk Türkiye’de...
Hele Alaçatı, Bodrum gibi sezonu birkaç aya sıkışmış tatil
beldelerini hiç konuşmak bile istemiyorum.
Bu yıl açılan bir mekan
gelecek yıl kalır mı?
TATİL beldelerimizde çok güzel mekanlar açılıyor.
Her gittiğimde hayran kalıyorum.
Hele bu yıl Alaçatı’da çok farklı mekanlar var.
Fiyat kalite dengesini henüz test edebilmiş değilim.
Şimdilik dışarıdan; daha çok da mimari açıdan bakıyorum.
İnanın İtalya’nın, İspanya’nın birçok tatil yöresinin kıskanacağı
mekanlar...
Ama daha önce de yazdım.
Bu güzel mekanlar sık el değiştiriyor, sık şef değiştiriyor, sık
kadro değiştiriyor.
Bu yaz gittiğimiz mekanın gelecek yıl olup olmayacağının garantisi
yok.
Gastronomi son yıllarda giderek daha çok turist çeken bir konu
haline geldi.
İnanın sırf o şeflerin yemeklerini yemek için, sırf o mekanlarda
olmak için bir yerden bir yere giden milyonlar var.
Fiyat kalite meselesine hiç girmiyorum.
Çünkü bu konuda yazacak çok şeyim var.
İki ay diye planlanan bir sezonda, gelen fiyatlar New York
fiyatlarını bile zaman zaman geçebiliyor.
Bu da ayrıca tartışmamız gereken bir konu...
Kalıcı mekanlar olmayınca fiyat istikrarı da kolay olmuyor.
Bizim restoranların da en büyük sorunlarından biri bu...
İki aylık sezonları uzatmak lazım
TURİZMCİLER artık bu konuyu tanıtımla aşmalılar.
Çeşme, Bodrum gibi bir yerlerin sezonu iki ayla sınırla
kalamaz.
Geçen gün bir arkadaşım anlatıyordu.
Solunum sıkıntısı olan annesi için testler yapılmış.
Doktor ilaçlarını yazdıktan sonra bazı tavsiyelerde bulunmuş.
“Mümkünse yılın büyük bir bölümünü şu adreslerde geçirmeye
çalışın...”
Önerdiği yerler içinde Çeşme var, Kazdağları var.
Çeşme’ye gelmiş; bir süre sonra testleri yenilemişler.
Bir bakmışlar ki; neredeyse ilaç almayacak bir düzeye gelmiş.
Buraları oksijen deposu olan yerler...
Ulaşım imkanları, sağlık imkanları her geçen gün artıyor.
İki ay, hadi diyelim üç aylık dönemler gerçekten çok kısa...
Tabii bu tavsiyeyi yapan ben bile buna ne kadar uyabiliyorum,
tartışılır.
Gündelik hayatın temposu ve elbette siyasetin gündemi bize çok izin
vermiyor.
Ama imkanı olan, fırsatı olan herkes oksijen depolamaya bu
adreslere gitsin.
Cengiz Ünder örneği
AŞAKŞEHİR’in yıldızlaşan futbolcusu Cengiz Ünder Altınordu’da
yetişti.
700 Euro’ya transfer oldu.
Milli takıma kadar yükselen Cengiz daha 19 yaşında...
Ve Lille Başakşehir’in kapısını geçenlerde çaldı.
Önerdikleri rakam 6 milyon Euro...
Eğer transfer gerçekleşirse Altınordu yüzde 35 payını alacak.
Şimdi diyorum ki...
Daha güzel bir örnek olabilir mi?
Eskiden İzmir sporcu yetiştiren kulüplere sahipti.
Sonra her şey değişti.
Menejerlere anahtar teslim edildi.
Teknik direktörü bile artık menejerler seçiyor.
Spor servisine sohbete gittiğimde çok sık şu cümleyi duyuyorum.
“Bakalım hangi menejerle çalışacaklar? Hoca o zaman belli
olur...”
Hayda...
Eskiden böyle bir düzen mi vardı?
Bu Altınordu’nun doğru yolda olduğunu gösteren güzel bir
örnektir.
Keşke Altınordu bu gençleri elinde tutabilecek maddi imkanlara da
sahip olsa.
Porto gibi, Ajax gibi...
Son dönemdeki Monaco gibi...