Maaile oradaydılar. “Ne zaman başladığı bilinmeyen ve geçmek bilmeyen zor günler” yaşıyorlardı.
TOPRAK DAMLI TAŞ EVLERİ MAĞARAYI ANDIRIYORDU.
Girişine ördükleri duvar ile kendi yaptıkları derme çatma tahta kapının arasından içeri kar doluyordu. Aynı deliklerden geçen rüzgarın uğultusu ise sinir bozucuydu.
O ZAMANLAR DOĞALGAZ DA KÖMÜR DE YOKTU!
Köşede tezek yakılan bir soba vardı ve üzerinde isten kararmış bir tencere fokur fokur kaynıyordu. Suyun içinde her zamanki gibi patates vardı. O zamanlar tavuk ancak iki durumda yeniyordu: Ya tavuk hasta olacaktı, ya ev ahalisinden biri.
Onlar da son tavuğu, 10 gün önce evin son beşiği hasta olduğunda pişirmişti. Yani kar kalkana kadar patates, ekmek ve lahanayla yaptıkları borç çorbasına talim edeceklerdi.
O ZAMANLAR ELEKTRİK DE YOKTU!
Toprak damlı evin taşıyıcı kolonları ağaçtandı. Damdaki naylon kaplı bacadan ışık geliyordu. Bir de en kalın direğe çakılmış bir çivide bir gaz lambası asılıydı. Kapının kenarından sızan rüzgar, (rahatsız edici gürültüsü yetmiyor gibi) gaz lambasının alevini söndürecek gibiydi. Abdurrahim Karakoç'un deyişiyle lambada titreyen alev üşüyordu!
Allah'tan bakkaldan aldıkları mumlar vardı. Lambanın gazı bitse, imdatlarına o mumlar yetişecekti.
EVDE TELEVİZYON, BULAŞIK MAKİNASI, ÇAMAŞIR MAKİNASI VE BUZDOLABI DA YOKTU! (zaten elektrik de yoktu)
Badvaldaki (yeraltı deposu) patatesten, kilerdeki lahanadan, çinko kaplarda saklanan sarı yağdan, koyun derisine basılmış çeçil peynirden ve Vaso Dayı'nın değirmende öğütülmüş undan başka saklanacak bir şey de kalmamıştı.
Bozulacak şey olsa ne yazar. O kadar soğuktu ki buzdolabına da hacet yoktu.
TARIMLA UĞRAŞTIKLARINDAN KIŞIN İŞ DE YOKTU!
Evin reisi iş bulmak için şehre inmişti. Sobanın kenarında oturan KADIN, bir taraftan kucağındaki aç bebeğini doyurmaya çalışıyor, diğer taraftan eşinin bu tipide boranda gittiği şehirde iş bulabilmesi için dua ediyordu.
En büyük hayali şehre taşınmak ve üç çocuklarını şehirde büyütmekti.
Bir de “ne zaman başladığını bilmediği o zor günlerin” artık geçmesini istiyordu.