Başlıktan ve yazıya Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “işkence yasağı” başlıklı 3. maddesi ile başlamamdan konuyu anlamışsınızdır: “İşkence”.
Daha 30 Kasım günü, TBMM İnsan Hakları Komisyonu üyesi AK Parti Mardin Milletvekili Orhan Miroğlu’nun 1981 yılının ocak ayında Diyarbakır Cezaevi’nde yaşadığı işkenceleri kendi ağzından dinleyip, onunla birlikte yutkunarak ağlamıştık.
Sonra, 4 Aralık günü, Erzincan’da bir erin yumruklar, tekmeler attığı kedinin çırpınışlarını izlerken çileden çıktık. Sanki o tekmeler, yumruklar bize iniyordu. Türkiye ayağa kalktı. Gün geçmiyor ki gazetelerin üçüncü sayfasında yeni bir “kadına işkence” haberi olmasın.
Evet, işkence insan onurunu hedef alan, kırıcı, acı verici bir eylemdir. Çok derin izler bırakır. Üstünden kaç yıl geçerse geçsin, en ufak bir çağrışım bile sizi o korkunç anlara götürür. Yeniden yaşıyor gibi acı çekersiniz. Kendinizi çaresiz hissedersiniz. İşkencede açılmış, aradan geçen yıllarda kapandığını sandığınız fiziki ve manevi yaralarınız sızlar. Hafızanızda kazınmış çığlık seslerini etrafınızdan geliyormuş gibi yeniden duyarsınız. Nefesiniz kesilir, boğulur gibi olursunuz, yutkunur durursunuz ama bunu en yakınınızla bile paylaşamazsınız. Gözleriniz dolar, içiniz çekilir...
Aradan 36 yıl geçmesine rağmen Miroğlu’nun başından geçenleri anlatırken kendini tutamayıp ağlaması işte bundandır.
Dün yaklaşık 10 gazete okudum, bir o kadarının da birinci sayfasına baktım. Ancak, en çok Evrensel gazetesinin 3. sayfasında şu satırlarda takılıp kaldım: