Dokuz günlük bayram tatilinin ilk yarısında Ankara'daydım.
Her sabah erkenden kalkıp 10-15 bin adım yürüdüm.
Ankara gerçekten boşalmıştı. Büyük ihtimalle imkânı olanlar sahillere, olmayanlar köylerine gitmişti.
(Yazacağım konuyla ilgisi yok ama not düşmeden geçemeyeceğim:
Hazır sokaklar boşken Çankaya'daki Kavaklıdere, Güvenevler, Barbaros ve Küçükesat mahallelerinin bütün sokaklarını adeta arşınladım.
Bu vesileyle, geçmişteki mimari anlayışının, kent estetiği konusundaki hassasiyetin bugünün çok ötesinde ve ilerisinde olduğunu, yeni nesil mimarların imza attıkları projelerle büyük kent suçları işlediğini bir kez daha görmüş oldum.)
Belki de son zamanlarda yaşanan krizler, gerilimlerden sonra en çok ihtiyacımız olan şey bir çeşit kaçış olan tatildi.
Ankara'da kalmanın bir sonucu olarak televizyon tartışma programlarına da “nöbetçi yorumcu” kontenjanından katıldım. Tatil boyunca o dört-beş saatlik programlarının neredeyse ilk yarısında durmadan/dinlenmeden, bıkmadan/usanmadan “Ekrem İmamoğlu'nun Fethiye tatili” konuşuldu, tartışıldı.
Hükümet yanlıları sürekli şu soruyu soruyordu: “İstanbul'da sel vardı, İmamoğlu niye tatile gitti?”
Sanki 20 milyonluk İstanbul'un, 6 milyonluk Ankara'nın boşaldığı tatil günlerinde Türkiye'nin en ciddi sorunu İmamoğlu'nun ailesiyle bayram tatiline gitmesiydi.
Sonunda canıma yetti ve açtım ağzımı yumdum gözümü:
Kardeşim, Türkiye'nin bugün yaşadığı ekonomik kriz, İstanbul'u vuran selden daha beter değil mi?
İnsanlar işsiz.
İnsanlar yoksul.