Bugün 40 yıl öncesine gidip, kendimi bir buğday tarlasında hayal ediyorum.
Gökyüzü alabildiğine mavi, tarlalar altın sarısı.
Bulutlar Van Gogh resimlerindeki gibi sarıp sarmalıyor gökyüzünü.
İki yanıma saldığım ellerim, belime varan başakların arasında süzülüyor, başakların üzerindeki dikenler, masaj yaparcasına avuç içlerime çarpıyor.
Attığım her adımda, başakların ve kurumuş buğday saplarının çıkardığı o hışırtılı sesi duyuyorum.
Tam dalıp gitmişken önümden büyük panikle havalanan bıldırcının kanat sesleriyle irkiliyorum.
Çocuk aklımla bıldırcının peşinden koşasım geliyor ama ellerimle attığım tohumlardan fırlayan bu başaklara kıyamıyorum.
Bir başak alıp avcumun içinde ovalıyorum. Buğday taneleri tek tek ayrılıyor avcumun içinde. Hepsini tek tek sayıyorum. Birini dişlerimin arasına alıp hasat zamanı gelip gelmediğine bakıyorum. Eve döndüğümde dedeme rapor vereceğim çünkü: Zamanı gelmiş!
Biçin, bulun yapma, at arabasıyla taşıma, patos/harman ve en çok da değirmen aşamaları gözümde canlanıyor.
Kendimi bir su değirmeninde buluyorum.
Son Malakan Vaso Dayı'nın değirmeni…
Ne muhteşem bir yer.
Söğüt ve huş ağaçlarının çevrelediği yeşillikler arasında taştan bir bina.
Dereden gelen su, duvarın kenarındaki devasa ahşaptan çarkın üzerine dökülüyor.
Çark hep aynı ritimle dönüyor.