19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın ilk yarısında doğanlar,
Türkiye’nin temelidir, cevheridir, hazinesidir.
Onlar savaş koşullarında doğdular ve büyüdüler. Zor koşullar...
Gübrenin içindeki arpa tanelerini toplayarak beslenen kuşak.
Çamaşırını, mintanını, çorabını, ceketini yamalı giyen kuşak.
Ayakkabısının altındaki deliği bulduğu sigara kutusu kapağıyla
kapayan kuşak. “Annem beni yetiştirdi” diye cepheye giden ve kimisi
cepheden dönemeyen kuşak.
EN ŞANSLI KUŞAKLAR
Onlara yaşadıkları çetin koşullara bakarak “şanssız kuşaklar”
diyenler olabilir. Aslında Türkiye’nin en şanslı kuşaklarıydı
onlar.
Analarından temiz süt emdiler. O savaş koşullarında ana sütüne su
katılamazdı.
Babalar, amcalar, dayılar, komşular, hatta dedeler cephedeydi.
Analar çocuklarını vatanla, namusla, hürriyetle, istiklâlle,
fedakârlıkla, kardeşlikle emzirmek durumundaydılar. İnebolu’dan
cepheye kağnılarla silah taşıyan ana çocuğunun üzerindeki örtüyü,
ıslanmasın diye merminin üzerine örtüyordu. O kuşaklar örtülerini
İstiklal Savaşı mermileriyle paylaştılar.
YARINI DÜŞÜNME NAMUSU
Beklentileri vardı, gözleri ufuklardaydı, umutları şafaklardaydı.
Günübirlik yaşayamazlardı, yarınların umutlarıyla büyüyebilirlerdi
ancak. Yarını düşünmek, onların ahlâkı oldu. Gelecek kuşaklara her
şeylerini bırakmak, onların karakteri oldu. Alıcı değil,
vericiydiler. Hep toprağa attıkları tohumların filizleneceği
düşüncesiyle yaşadılar. Güneş doğacaktı, doğanın yasasıydı bu.
Doğadaki zorluklar, doğadaki bereketi öğretti onlara.
Karanlıklarda, kör çıkmazlarda bir çıkış yolu bulmak için
hayatlarını o...