Geçen hafta İstanbul Sanayi Odası Meclisi'ne hitaben bir konuşma yapan Başbakan Binali Yıldırım, bankalara yüksek faiz uyarısı yaparak şunları söyledi: “Bu, hareketten önce son çağrıdır. Tren kalkıyor hareketten önce son çağrıyı yapıyorum. Ya adam gibi makul bir faiz oranını benimsersiniz ya da bunun da tedbirini alırız. Bankacılarımız tehdit olarak algılamasın. Elimizde araçlarımız var. Ellerinden parayı alacak değiliz. Aracımız olduğunu bilsinler. İstiyoruz ki doğal seyrinde işler düzelsin. Nasıl Kredi Garanti Fonu ile kaynak ürettiysek diğer tedbirlerimizle iş âlemini rahatlattıysak bankalar da çaresiz diye düşünmesinler.” Başbakanın, ekonomik büyümeyi sürdürmek amacıyla kalkınmanın lokomotifi addettiği sanayi kesimine arka çıkmak amacıyla yaptığı uzunca konuşması içinde vurguladığı en önemli husus “bankaları mevduat toplamak için faiz artırma yarışına girmemeleri” şeklindeki ikazıydı.
KIRK KÂR MI KIRK ZARAR MI?
Lafı uzatmadan “bankaların kârlılığı” üzerine bir şey söylemek istiyorum. Bir ülkede ekonomiyi çökertecek şey, bankaların çok kâr etmesi değil, bırakın “çok” olup olmadığını, sektörün zarar etmesidir. Ancak burada sorulması gereken soru şudur. Sakın, bankaların bugün ettikleri kârlar, (yarın ağır faiz yükü yüzünden batan sanayicilere verdikleri kredilerin geri ödenememesi yüzünden) edecekleri zararının sebebi olmasın. Teorik olarak, akıllı ve dürüst bankalar, yüksek faizle mevduat toplayıp, bunu daha da yüksek bir faizle (muhtemelen aldığı borcu geri ödeyemeyecek) zayıf şirketlere borç vermez denebilir. İşte tam bu noktada benim aklıma Hükümetin bir süre önce uygulamaya koyduğu ve Başbakanın iftiharla sözünü ettiği “Kredi Garanti Fonu” geldi. Acaba bankaları yüksek faizle mevduat toplama yarışına sokan şey, bizatihi bu “Kredi Garanti Fonu” olmasın? Nasıl olsa verdiğim krediyi, alan şirket ödeyemezse devlet ödeyecek diye tedbirsiz davranmış olmasınlar?