28 Şubat öncesiydi. Smokinlerimizi çekmiş, Gazi Orduevi’ne gitmiştik. O dönemde 30 Ağustos kutlamalarını şimdiki gibi Cumhurbaşkanlığı değil, Genelkurmay Başkanlığı organize ediyordu. Smokin giymek mecburiydi. Hiç unutmuyorum, resepsiyon bitişinde eve dönerken, sokak köftecisinin önünde bulunan selamlaştığımız gençlerin şu sorusuyla karşılaşmıştım:
-Abi nerede çalıyorsun?
Acayip bozulmuş, “kem küm” edip, “yok ben çalgıcı değilim” cevabını
vermiştim:
-Bir yerde bir şey çalmıyorum. 30 Ağustos Zafer Bayramı
Resepsiyonundan geliyorum.
Zaten resepsiyonda asabımız yeteri kadar bozulmuştu. O yüzden hiç
oyalanmadan eve geçtim. O gece yaşadıklarımızı düşündüm!
Aralarında Genelkurmay Başkanı’nın da bulunduğu Kuvvet Komutanları,
dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan’ı, bahçenin bir köşesine
çekmişlerdi. Sürekli olarak onlar konuşuyorlardı. Erbakan ise
tatsız bir yüz ifadesi ile dinliyordu. Konuşma uzadıkça terlemeye
başladı. Ciddi bir gerginlik olduğu aşikardı. Gözlerimizin önünde
öyle ağır bir görüntü vardı ki, karşımızda herhangi bir engel
olmamasına rağmen, o tarafa geçip “ne konuşuyorlar?” diye
bakamıyorduk. Ancak, biliyorduk ki atanmış askerler, halkın oyuyla
seçilmiş Başbakan’ı sıkıştırıyorlardı. Yazmaya elim varmıyor, ama
adeta azarlıyorlardı.
İşte 28 Şubat öncesi böyle bir dönemdi!
* * *
Tabiri caizse topluma “ayar çekmek için” Genelkurmay’da yemekler
düzenlenmeye başlanmıştı. Gazeteler ve sivil toplum örgütlerinin
yöneticileri ayrı ayrı karargaha davet ediliyordu.
İlk davet edilenler arasında Akşam Gazetesi olarak biz de vardık.
Davet sahibi, Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, davetliler
de gazetenin o dönemdeki Genel Yayın Müdürü Bülent Aydın, Ankara
Temsilcisi ben ve muhabirimiz Banu idi.
Özkasnak, “gidişatın iyi olmadığına” dair uzun bir konuşma yaptı.
Söz, bazı cemaat ve tarikatlara geldiğinde de noktayı koydu:
-Kafalarını kırmak lazım.
Sonra bize döndü ve ne düşündüğümüzü sordu. Bülent Aydın ise cevap
vermek yerine beni işaret etti. Ben de bazı değerlendirmeler
yaptım. Ancak, şu ifadeyi kullandığımı çok iyi hatırlıyorum:
-Paşam, ben kafa kırmakla sonuç alınabileceğini düşünmüyorum.
Özkasnak, beklemediği bir cevapla karşılaşmıştı. Yüzünün
ifadesinden hiç mutlu olmadığı belliydi. Zaten bu yüzden yemek de
kısa sürdü. Bir süre sonra “yemeğin bittiğini” söyleyip, görüşmeyi
noktaladı.
Sonra, Genelkurmay Karargahı’dan ayağım kesildi. Özkasnak’tan da
bazı gazeteciler aracılığı ile benimle ilgili şu değerlendirme
geldi:
-O, Erbakan’ın adamı!
Oysa, bir gazeteci olarak sadece görüşlerimi söylemiştim. Onlarla
aynı düşünceler içinde olmadığımı ortaya koymuştum. Bunun
karşılığında da “Erbakan’ın adamı” damgasını yemiştim!
Ayrıca, ifade de çok garip ve çirkindi! Rahmetli Erbakan, gizli bir
örgüt lideri değildi. Sandıktan çıkarak gelmişti. Bu ülkenin
Başbakanıydı. Ancak, kendisine “tasfiye edilmesi gereken bir
düşman” gibi bakılıyordu.
İşte, 28 Şubat’ın felsefesi buydu!