Geçenlerde bir akşam, Boğaz'ın en güzel otellerinden birine gittik. Deniz kenarındaki geniş sahanlığa çıktığımızda, kendimizi beş yıldızlı bir nargilecide bulduk.
İstanbul'a gelen Batılı turist sayısı ciddi miktarda düşünce, güzide otelimiz yeni pazarlar aramaya çıkmış. Aradığını da Ortadoğu ülkelerinde bulmuştu. Böylece "misafirlerini" ağırlama şekli de değişmişti tabii. Arz-talep mekanizması harekete geçerek, çoğu Arap olan paralı turistlerin zevkine uygun bir ortam oluşturmuştu.
Olay nargileden ibaret değildi elbette. Gittiğimizde dolunay vardı. Buzlu kolalarını yudumlayan romantik bir Koreli çift, yan masadan kulaklarına çarpan ani bir "çat!" sesiyle irkiliyordu.
Normal değil mi? Tavlayı biz nasıl şakada şukada ve de bağıra çağıra oynuyorsak... Yeni ektirdikleri saçları ve karanlığa rağmen çıkarmadıkları güneş gözlükleriyle, Arap turistler de öyle oynuyordu.
Beş yıldızlı ortamın, Galataport nedeniyle artık yıkılmış olan Tophane nargilecilerine benzemesi için her şey düşünülmüş, sahanlığın diğer tarafına da Sultanahmet işi, askılı mozaik lambalarla süslenmiş bir "ocakbaşı" restoran kurulmuştu. Nargile dumanıyla hemhal olan kebap kokusu, benzersiz bir rayiha oluşturuyor, tavla pulları çat çatlarıyla ona serenat yapıyordu.
Neyse... Necip Fazıl bir şiirinde "Gecesi sümbül kokan / Türkçesi bülbül kokan / İstanbul" demişti.
Şairlerimizi mars olan İstanbul'un şiirini yazmaya davet ediyorum.
Not 1: Sigarayı bırakalı dokuz yıl oldu ama nargileye karşı değilim. Ama nerede o tömbeki tütünüyle sarılanlar? Şimdikiler nazenin nargilesi.
Not 2: Tavlaya da karşı değilim. Yıllar önce medyada tavla tartışmasını ben başlatmıştım. Sanılanın aksine hesap oyunudur. Batı'da tavla strateji ve taktiklerini öğreten sürüyle kitap vardır.
Not 3: Kebabı da çok severim. Ancak her şeyin bir yeri, zamanı, adabı vardır.