“Diplomasi, savaşın
silahsız devamıdır” derler...
“Savaş, diplomasinin
silahla devamıdır” sözü de elbette
geçerlidir.
Bu çerçevede “Afrin Askeri
Harekâtı”nın siyasal/diplomatik hedefi de
belirlenmek zorundadır!
***
Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluşu, Mustafa Kemal Atatürk
önderliğinde eşsiz bir savaş ve diploması
zaferidir.
İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımı
dışında kalış da büyük bir diplomasi
başarısıdır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesi ve çöküşü
sırasında ülkenin yazgısını belirleyen İngiliz-Rus-Alman rekabeti,
Cumhuriyetin ilk döneminde devamlı olarak korunan bir tarafsızlık
politikasına temel olmuştur.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler
Birliği’nin Boğazlarda üs ve ortak savunma, Kars ve Ardahan’dan da
toprak talepleri, Türkiye’nin bütünüyle Batı’nın kucağına
savrulmasına yol açmış, Kore Savaşı, NATO ve CENTO üyelikleri ile
bu savrulmayı askeri olarak da pekiştirilmiştir.
Fakat bütün bu süreç devamınca Türkiye
Cumhuriyeti yine de komşularıyla iyi geçinme politikası izlemiş,
tarihsel kökleri olan Ermeni sorunu ve sonradan sahneye çıkan PKK
terörü dolayısıyla yaşanan problemler dışında, Balkanlar, Kafkaslar
ve Ortadoğu “Şeytan üçgeninde” demokratik ve laik bir
devlet yapısı içindeki tek Müslüman toplum olarak denge ve model
niteliğiyle dikkati çekmiştir.
***
Irkçılık ve dincilik, aynen iç
politikada olduğu gibi dış politikada da
demokrasiyi ve barışı tehdit eden
aşırılıkları içinde barındırır.
Ne yazık ki, AKP döneminde Türkiye’nin dış
politikası dincilik sınırlarını da aşarak, mezhepçilik düzeyindeki
saplantılara mahkûm edilmiştir.
Küçük kişisel çıkarlar ve iktidar hesapları,
dünya dengelerini kavrayamayan sığ görüşler, ülkemizin Ortadoğu
bataklığına saplanmasına ve sonunda savaşa girmesine yol
açmıştır.
***