Tek Adam’a, ucube
Anayasa yetkileri veren seçimlerden
sonraki ilk Pazar...
Silivri Trajedisi ne yazık ki bütün hızıyla sürüyor:
Mehmet Altan salıverildi, ağabeyi Ahmet
Altan içerde.
Ali Bulaç salıverildi, Ahmet
Turan Alkan içerde.
Kendisi 4 milyondan fazla, partisi 6 milyon kadar oy alan HDP’nin
cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş
içerde.
Enis Berberoğlu’na ilaveten, CHP milletvekili
Eren Erdem de milletvekilliği sona erer ermez
içeri alındı.
Öyle anlaşılıyor ki, Birinci Silivri Trajedisi ile şirazesinden
çıkarılan Adalet Mekanizmasının yeniden düzene girmesi, en azından
şimdilik, uzak bir olasılık.
***
Ahmet Turan Alkan, The
Guardian’dan Jo Glanville’in
ilettiği sorulara Silivri Cezaevi’nde yazılı cevaplar vermiş.
Söyleşinin Türkçesi, K24’te okurlara iletilmiş.
***
“Anladığım kadarıyla,
cezaevinde bir roman yazmışsınız. Ne
hakkında?
Evet, cezaevinde bir roman yazdım. İsmi ‘Sağ Yanım.’
Kısaca, benim hayali karakterler üzerinden Türk sağı ile
hesaplaşmamdan bahsediyor. ‘Sağ’ın bileşenleriyle, milliyetçilikle,
yeni ve eski muhafazakârlıkla, politize edilmiş Müslümanlıkla
(İslamcılık), sağ hurafelerle, efsanelerle daha somutlaşmış olarak
tarih algısı ve bilgisi ile hesaplaşmak.
Cezaevinde olmasaydım belki bu hesaplaşma daha dokümanter, belki
deneme şeklinde olacaktı ama kitaba ve kaynaklara ulaşmakta
çektiğim zorluklar, beni romanın müsamahalı ve şehvetkâr iklimine
çekti.
Son zamanlarda başınızdan geçenler, romanı
ne ölçüde şekillendirdi?
Neredeyse tamamen diyebilirim. Türkiye’de sağı inceleyen ve
irdeleyen önemli diyebileceğim bir literatürden bahsedebiliriz,
ancak bu (benimki yani) ‘içerden’ olmak özelliğini taşıyor.
Yaşanmış, daha önemli ve (fenası!) vaktiyle inanılmış, uğruna
mücadele edilmiş ve yıllarca savunulmuş şeylerle yüzleşmeye
çalıştım. Bir nevi katarsis sürecinin mahsulü oldu yazdıklarım,
fikir kürü yaptım.
Her romancının bir şekilde başına geldiği gibi hayatımdan ve
yaşadıklarımdan bazı şeyler yazdıklarıma sızdı kaçınılmaz olarak
ama bir otobiyografi derecesine de varmadı.
Neden kurmaca dışı yazmaktansa
roman yazmayı yeğlediniz?
Yıllarca deneme türünde metinler yazdım ve bu arada birkaç bin de
gazete köşe yazısı. Öteki edebî türlere karşı içimde hep kıskançlık
vardı; özellikle romana karşı. Ancak ‘dışarda’ iken romana ne kadar
niyet ettimse de başaramadım ama ‘içerde’ başka şansım yoktu,
anlattığım sebeplerden dolayı.
Elbette, yazdıklarıma kolayca ‘roman’ sıfatı yakıştırıyor olmam,
şahsî ve çok sübjektif bir iddia. Zira bu metni henüz benden başka
kimse baştan sona okumadı; hâlâ el yazısı nüshası ile duruyor.
Dolayısıyla yazdığım şeyin edebî vasfı hakkında iddialı olamıyorum
ama büyük hikâyenin içindeki küçük hikâyelerin en azından doğru ve
samimi olduğunu söyleyebilirim.
Yaşadıklarınız, yazdıklarınızın konusunu
ve bir yazar olarak sizin yaklaşımınızı ne
ölçüde etkiledi?
Cezaevi yazmak için iyi bir ortam değil, çünkü Macintosh Plus
devrinden beri klavyeye alışmış biri için kalem ve kâğıda dönmek,
düşüncenin tertiplenmesinde büyük zahmet yaratıyor.
Kaldı ki yazdıklarıma cezaevi tecrübelerimi hiç bulaştırmamaya
ayrıca itina da gösterdim. Cezaevi edebiyatını hiç sevmedim zaten;
şimdi bir parçası olmaya niyetim yok.
Muhtemel okuyucumu zihnen hapishaneye sokmak değil, hayatın
güzelliklerini fark etmeye çağırmak isterim.
Burada yazdığım öteki iki kitap, tam da bu istikamette şeyler: İlki
benim hobi tutkunluğumla dalga geçtiğim garip bir otobiyografi;
‘otohobbyographie.’ Diğeri ise arka planında Ermeni meselesinin
hafifçe didiklendiği bir aşk romanı denemesi: ‘Küçük Abla.’
Yazdığınız romanı basacak bir yayınevi var
mı?
Hayır, bir yayınevi yok henüz. Bütün kitaplarımı basan ve dağıtan
eski yayınevim bana iki yıldır selam bile göndermiyor nedense! Hiç
önemli değil.
Bu süreçte yazmak ve iç kanamalarını bu yolla engellemek önemliydi
ve bunu yaptığımı sanıyorum.”
***