Önce Fransız Devrimi’ni
çalıştım. Galiba yıllar süren en
uzun çalışmam buydu, çünkü bütün insanlık
ve Avrupa tarihini de öğrenmek
gerekiyordu.
(Napolyon’a duyduğum merakla
Ortaokul sıralarında, babamın eve getirdiği Milli Eğitim
Bakanlığı’nın Klasikleriyle başlamıştım Fransız Devrimi’ni okumaya;
ayıptır söylemesi, hâlâ da devam ediyorum.)
Sonra Rus Devrimi’ni çalıştım. Elbette Marxizm,
Leninizm, Troçkizm ve bütün sosyalist, komünist teori ve
uygulamalarla birlikte. Bugün de Moskova baskısı
Marx ve Lenin kitaplarıma zaman
zaman bakma gereği duyuyorum.
***
Bu iki Devrimi öğrendikten
sonra, Türk Devrimi’ni çalışmaya ve
anlamaya çalıştım.
Bu üçü arasında anlaşılması en
zor olan Devrim Türk
Devrimi’ydi:
Çünkü Endüstri Devrimi’nden itibaren insanlık
tarihine öncülük eden ve bütün “devrim literatürüne” hâkim
olan Batı Deneyimi’nden farklı bir çizgi izlemişti Türk
Devrimi.
Yani insanlığın Spartaküs’ten
itibaren başlayan Devrim Tarihini ve Devrim Sosyolojisini bilmek
yetmiyordu Türk Devrimi’ni anlamak için.
Üstelik de Türk Devrimi’ni anlamak, sadece Batı
tarihini değil, aynı zamanda Batı çizgisinden çok farklı bir yol
izlemiş olan İslam ve Osmanlı tarihini de çok iyi bilmeyi
gerektiriyordu.
Şanslı bir gençtim: Nermin
Abadan’ın, Şerif Mardin’in,
Bahri Savcı’nın, Sadun
Aren’in, Besim
Üstünel’in, Aydın Yalçın’ın,
Cahit Talas’ın öğrencisi
oldum.
Akademisyenliğe başladıktan sonra da
Ömer Lütfi Barkan’la, Halil
İnalcık’la, Tarık Zafer
Tunaya’yla, Reşat Kaynar’la, bire bir,
defalarca ve saatlerce konuşarak, kafamda oluşan kavramları ve bu
kavramlara ilişkin teorilerimi tartışma, daha doğrusu üstatlarla
test etme fırsatı buldum.
Doğan Avcıoğlu ile yüz yüze
tanışıp, konuşup tartıştım. İdris Küçükömer’in
konferanslarını dinledim.
Sadece bu iki teorisyen değil, yukarda adını
andığım bütün hocalarım da dahil, hepimiz, (elbette ben çok daha
genç ve onlara göre çömez bir akademisyen olarak) Osmanlı-Türk
toplumsal değişme çizgisini çözümlemeye ve böylece hem günümüze
ışık tutmaya hem de gelecek için formüller üretmeye
çalışıyorduk.
***
Bütün bu okuma, araştırma,
tartışarak öğrenme ve deneyim birikimim
sonunda Osmanlı-Türk siyasal değişmesini
çözümlemek için iki model, iki paradigma
geliştirdim:
Biri, Endüstrileşme Süreci’ni kaçırdığı için
Batı’nın sınıfsal gelişme ve değişmesini izleyememiş olan
“Teknolojik Bakımdan Geri Kalmış Toplumlar” için,
“Kuruluş” ve “Değişme” aşamalarının birbirini
izlediği diyalektik bir “ikiz dönemler
paradigmasına” dayalı ideolojik bir değişme modelidir.
(Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye
Gerçeği, 19. Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2017, ss.
275-416; özellikle, ss. 398- 416)
Öteki de Osmanlı-Türk siyasal değişme
çizgisini, Batı benzeri sınıflaşmanın oluşmaya başladığı 1970’lerin
sonuna kadar çözümlemek için kullanılabilecek olan “Devletçi
Seçkinciler” - “Gelenekçi Liberaller” paradigmasıdır.
(21. Yüzyılda Türkiye, 47. Basım,
Remzi Kitabevi, İstanbul, 2015, ss, 660-693, özellikle, ss.
665-66).
Buradaki kritik tanımlama, “Batı
benzeri sınıflaşmanın oluşmaya başladığı
1970’lerin sonuna kadar çözümlemek için
kullanılabilecek olan” sözleridir. Yani bu paradigma ancak
sınıflaşmanın siyaset sahnesine çıktığı döneme kadar geçerlidir.
Elbette ondan sonra da etkisini sürdürecektir ama, artık sınıflaşma
süreciyle birlikte düşünülmesi gerekir.
Bir de hem siyasetten etkilenen hem de siyaseti
etkileyen edebiyat dünyamız için “Eyyubiler” - “Tahiriler”
paradigmasını icat ettim. (Yazarlar, Eleştiriler,
Anılar, 2. Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2016,
ss. 94-101)
***