Sevgili okurlarım, Erdoğan/AKP iktidarı, Doğan Medya grubunun ve kişisel olarak Aydın Doğan’ın üzerine gitmeye başladığından beri, bu grubun bağımsızlığını savunmak için çok yazı yazdım.
Bir yandan iktidar gücüyle uygulamaya konulan haksız ve hukuksuz vergi cezaları...
Öbür yandan kifayetsiz muhteris iktidar tetikçilerinin tehditleri, iftiraları...
Erdoğan’ın Aydın Doğan’ı doğrudan hedef alan eleştirileri...
Yargının da siyasetin emrine girmesi ve hak arama yollarının kapanması...
Sonunda Aydın Doğan’ı da yıldırdı ve Doğan Medya Grubu iktidar yanlısı bir sermayeye satıldı.
***
Hiç kimse bu olayı, “Doğan Medya zaten biat etmişti, iktidar yanlısı olmuştu” diye küçümsemeye kalkmasın; mülkiyet ve yönetim Aydın Doğan’da kaldığı sürece, umut vardı:
Aydın Doğan iyi bir işadamı olarak sattığı mal ve hizmetin kalitesiyle ve bu mal ve hizmetin hedeflediği tüketici kitlesinin beklentileriyle yakından ilgiliydi.
Zaten iktidarla arasındaki sürtüşme de buradan çıkmıştı:
Erdoğan/AKP iktidarı, kendilerinin yönettiği bir medya istiyor, Aydın Doğan ise, bu isteğe uyduğu takdirde, ürettiği mal ve hizmetin kalitesinin sıfırlanacağını, müşteri tarafından reddedileceğini biliyordu.
Yani sorun Aydın Doğan’ın ideolojik ya da siyasal tutumundan değil, doğrudan doğruya, piyasa ekonomisinin koşullarına uygun bir medya yönetimi/üretimi yapmaya çalışmasından kaynaklanıyordu.
***
İktidar tetikçilerinin iyice azgınlaştığı ve Doğan Grubu’nu PKK destekçiliğiyle suçlamaya kalkıştığı bir dönemde, böyle abuk sabuk bir saldırının saçmalığını belirtmek için 17 Eylül 2015’te “HÜRRİYET’E PANİK SALDIRISI” başlığıyla Hürriyet Gazetesi’nin ve Aydın Doğan’ın öyküsünü anlattığım bir yazıda şöyle demiştim:
“Bir işadamı olarak faaliyetlerini Milliyet ve Hürriyet’in öncülüğünde genişletti, gazete ve televizyon alanında neredeyse tekel sınırlarına gelecek kadar güçlendi...”
Yazımın çıktığı günün sabahı Aydın Doğan aradı:
Ben yazımda, Emin Çölaşan’ı, Bekir Coşkun’u, Yılmaz Özdil’i yolladığını, son zamanlarda AKP’ye kayıtsız koşulsuz destek verdiğini filan da yazmış olduğum için bunlara itiraz ve sitem edecek sandım.
Ama hiç beklemediğim bir açıklama yaptı:
“Sayın Kongar, bana ‘işadamı’ demişsin, bütün bunlar benim başıma ‘işadamı’ olduğum için değil, ‘gazeteci’ olduğum, ‘gazetecilik’ yaptığım için geldi” dedi.
Hiç kuşkusuz, ürettiği mal ve hizmetin kalitesini düşünen, müşterisini memnun etmek isteyen, medya sektöründe patronluk yapan bir işadamı olarak, doğru söylüyordu.
Bu açıklama o sabah gerçekten yüreğimi burktu:
Türkiye’de gazetecilik yapmak artık olanaksızlaşmıştı!
***