Bütün otoriter rejimler şiddet üzerine kuruludur:
Bütün diktatörlük heveslileri, her türlü kimlik ve fikir farklılığını abartır, düşmanlıkları körükler, tarafları şiddete özendirirler...
Sonra da bu kavga ve şiddet ortamında kendilerine karşı çıkan herkesi hainlikle suçlar ve ellerindeki iktidar gücünü bütün muhaliflerini zorbalıkla ve şiddetle susturmak için kullanırlar.
***
İnsanlık ne yazık ki bu düşmanlık ve ihanet suçlamasını yüzyıllardırkullanmaktadır:
Din-tarım imparatorluklarının egemen olduğu dönemde, dinler ve mezhepler, Endüstri Devrimi sonrasında ırklar ve milliyetler bu düşmanlık ve ihanet suçlamalarının temellerini oluşturmuşlardır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise Soğuk Savaş, bunların üzerine bir de“Sosyalizm/Komünizm-Kapitalizm/Emperyalizm” siyasal/ideolojik karşıtlığını getirmiş ama din, mezhep, ırk ve milliyet kırılganlıklarını da kullanmaktan vazgeçmemiştir...
Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra ortaya çıkan yeni Küresel Dönemde ise, şiddet sarmalını tırmandırarak dünyayı biçimlendirmek ve yönetmek isteyenler, din ve mezhep faktörünü, milliyetçilik ile birlikte yeniden parlatmışlar ve güçlü bir biçimde ortaya sürmüşlerdir...
Huntington’un “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin YenidenKurulması” ile arkasından yazdığı “Biz Kimiz” adlı kitaplar, bu oluşumun kuramsal temellerini açıkça ifade eden çalışmalardır.
***
Sovyetler çöktükten sonra ABD’nin öncülüğünde uygulanan “Küresel Yeniden Biçimlendirme” stratejisinde kullanılan “mikrodincilik” ve “mikromilliyetçilik” politikaları Türkiye’yi de hedef almaktadır:
“Mikromilliyetçilik” bağlamında Türk-Kürt çatışması, “mikrodincilik” bağlamında da Sünni-Alevi ve Laik- Dinci çatışmaları, ülkedeki demokratik rejimi, şiddet sarmalına yakalanma tehlikesi ile karşı karşıya getirmiştir.