Batı dünyası (yani ABD), Sovyetler
Birliği’ne karşı olan Soğuk Savaşta, dinciliği ve milliyetçiliği
etkin ideolojik ve siyasal silahlar olarak
kullandı.
1991’de Sovyetler resmen dağılınca, bu
birikim, “mikromilliyetçilik” ve “mikrodincilik” olarak
Küreselleşme sürecine damgasını vurdu, devletleri parçaladı,
sınırları değiştirdi...
Ortaçağ’daki Din/Tarım toplumunun dinci/mezhepçi ve Yakınçağ’daki
Endüstri Devrimi’nin Irkçı/milliyetçi kimlikleri...
“Neoliberal Neoemperyalizmin”, “Küreselleşme” adı altında
dayattığı “Yeni Dünya Düzenine” ideolojik/siyasal açıdan
egemen oldu...
İnsanlar ve devletler arası ayrışmanın, yabancılaşmanın,
düşmanlığın temellerini oluşturdu.
***
Sovyetler’in dağılmasıyla hem zafere
ulaşmış görünen hem de düşmansız kalan Radikal Siyasal İslamcı
örgütler:
ABD/Suud tarafından kurulmuş olmalarına
karşın...
Arap-İsrail savaşından hareketle...
Huntington’un ileri sürdüğü
kültürel/ideolojik “Uygarlıklar
Çatışması” çizgilerinde...
İnsanların ve devletlerin, din/ mezhep ve ırk/milliyet ayrımlarında
düşmanlaştığı bu ortamda... Teröre
başladılar.
***
Küreselleşme ise, insanlığa, barış,
refah, adalet ve güven
yerine...
Savaş,
yoksulluk, sömürü ve güvensizliğin egemen
olduğu...
Zenginin daha
zenginleştiği, yoksulun daha yoksullaştığı
siyasal/askeri/ekonomik bir düzen getirdi.
Bu
düzen, özellikle de, ABD’nin değişen dünyada liderliğini
sürdürebilmek amacıyla başlattığı Ortadoğu savaşıyla her yere
yayılan terör ve mülteci sorunları, bütün dünyayı tedirgin
etti.
Bu durum, dünya halklarının, gözden geçirilmiş yeni liberalizmin
ürettiği, gözden geçirilmiş yeni Küresel emperyalizmin,
yani “Neoliberal Neoemperyalizmin” savunucuları olan
iktidarlara karşı tepkiler oluşturmasına yol açtı: