Eskiden İstanbul Radyosu'nda bir "silahlı kuvvetler saati"
vardı. Eskiden dediğim, ihtilali izleyen birkaç yıl, İnönü gidip
Demirel gelene kadar.
Eh, bir de "gençlik saati" vardı tabii, cumartesi günleri. (Yarım
kulak dinlerdim ama beni saat dört sularında yayınlanan "Gökçen
Kaynatan ve arkadaşları"nın müzik programı daha çok
ilgilendiriyordu.)
27 Mayıs'ı "ordugençlik elele" yapmamışlar mıydı, elbette radyoda
da onların borusu ötecekti.
Bu gençlik saatinin yapımcıları bir kampanya açtılar ve ısrarla
takipçisi oldular: "Langırt faciası"...
Ertuğrul faciası gibi bir şey (yok, Özkök'e laf
dokundurmuyorum.)
Konu beni yakından ilgilendiriyordu çünkü özellikle Beyoğlu'nda
adım başı pıtırak gibi açılan "langırt salonlarının" sadık
müdavimlerinden biriydim.
Langırt oyuncuları, en büyük iki salonun adıyla "Tivoli'ciler" ve
"Süpermen'ciler" olarak ikiye ayrılıyorlardı... Bendeniz
Süpermen'ciydim. (Ağa Camii'nin hemen arkasındaydı.)
Langırt oynanıyordu ama iki adet yeni çıkmış beyaz yirmibeşlikle
çalışan makineden (sarı yirmibeşlik Menderes devrinde kalmıştı)
sigara ve çikolata da alınabiliyordu. O sıralar henüz sigara
içmediğim için, arkadaşlar makineden kancayla sigara çekeceğim diye
uğraşırlar, ben bir paket fıstıklı Damak çikolatasını cebime koyar
giderdim.
Hepimizin kafasını kurcalayan mesele, langırtta "fırfır yapmanın"
yani oyun koluna bir çakıp o sıra sıra dizili çubuk adamları fırrrr
diye döndürmenin serbest olup olmadığıydı (topa rastgelirse
avantadan bir gol kazanıyorsun.)
Bu yüzden aramızda kavga bile çıkardı. Aslında fırfır, kötü
oyuncuların başvurdukları bir kolaycı yöntemiydi.
Asıl çekici olan da "tilt" oyunuydu tabii. Top eğik düzlemde aşağı
doğru inerken makinenin iki yanındaki flapalarla bunu önlemeye,
küçük renkli kukalara çarptırmaya ve puan toplamaya çalışacaksın...
Bilmemkaç bin puan toplarsan bir oyun daha oynama hakkını
kazanıyorsun...