Bir zamanlar Demirel'in bir dışişleri bakanı vardı, İhsan Sabri Çağlayangil. Hariciye camiasında "Charlie" lakabıyla anılan Çağlayangil'in sık sık yurt dışına çıkması "sol" çevrelerde çok eleştirilirdi...
Yani, kendini sol sanan memur çevrelerinde.
Dışişleri bakanı dediğinin yurt dışında ne işi vardı? Dışişleri bakanı dış işlere mi bakacaktı? Güzel güzel Ankara'da oturacak, çok lazımsa yabancı dışişleri bakanları ona geleceklerdi!
Çünkü öbür türlü masraf oluyordu, "döviz gidiyordu"...
Üstelik, yüce Atatürk yurt dışına mı çıkmıştı?
Çıkmıştı ama "Osmanlı subayı" olduğu dönemlerde, "Vahdettin'in yaveri" sıfatıyla falan... Bu "rahatsız edici" bir konu olduğu için yeni kuşaklara öğretilmiyordu.
Tam tersine, İsveç kralını, İran şahını, hatta koskoca İngiliz kralını ayağına getirtmişti!
Gerçi İngiliz kralı Ankara'ya gitmedi, İstanbul'u gezmekle yetindi, bu "gayrıresmi" bir ziyaretti ama yuttur gitsin!
Üstelik üç ay sonra su koyuverip tahttan feragat edince bu ziyaret de havada kaldı ama ne gam... Gelmişti ya, sen ona bak. (Türk kahvesini ve Afyonkarahisar Maden Suyu'nu çok beğenmiş, bu da bizim için bir mazhariyettir.) Bir tarihte, "Atatürk niçin Roma'ya, Berlin'e, Moskova'ya, Washington'a gidip de Mussolini'yle, Hitler'le, Stalin'le, Roosevelt'le bizzat, yüz yüze görüşüp dünya meselelerini tartışmadı" dedim de yemediğim küfür kalmadı.
Peki onlar niçin Ankara'ya gelmediler acaba?
Yoksa bizi önemli mi bulmuyorlardı?
Bakınız, Cumhurbaşkanı Erdoğan üç yılda tam 86 kere yurt dışına gitmiş.
Rusya'dan, Çin'den, taa Uganda'ya, Kenya'ya, Arnavutluk'tan Peru'ya kadar...
Acaba gezmeye mi gitmiş?