Sizi bilmem ama ben televizyon dizilerinin tanıtımında
"oyuncuları yan yana dizip ters ters kameraya baktırma"
geleneğinden hoşlanmıyorum. Ellerinde dişe dokunur bir fotoğraf
olmuyor, çarpıcı ve ses getirici bir afiş de yapamıyorlar, en
kestirme yol oyuncuları sıralamak...
Çünkü televizyon dizisi demek, kötü sinema demektir.
Şu kadar milyar lira döndürür, şu kadar reklam alır, şu kadar
ülkeye satılır, başlıca "ihraç mallarımızdan" biri haline
gelmiştir, o ayrı konu. (Orhan Pamuk'un ve Elif Şafak'ın romanları
da ihraç malı değil midirler? Bu turistik yazarlarımız ihracat
fazlasını da iç pazara veriyorlar.)
Kimisi üç haftada kalkar, kimisi üç sene oynar, o da ayrı konu.
Dizi, kötü sinemadır.
Orta halli yazarların yazdığı, orta halli yönetmenlerin çektiği,
oyuncu olmayan genç hanımların da yeteneksizliklerini "doğal
oyunculuk" maskesi ardına gizledikleri ayrı bir sanat türü...
Günümüzde geçen dizilerde dekor tıpkı Yeşilçam gibi ucuza
getirilir, "tarihi" dizilerde de ister istemez "kostüme"
abanacaksın.
"Muhteşem Yüzyıl" dizisi, biraz halkın bilgi susuzluğuna, halkta
son yıllarda uyanan "Osmanlı'yı öğrenme isteğine" yanıt vermiş,
büyük ölçüde de kostümleriyle tutmuştu.
Bu dizide Türkçe'yi günümüzün mankenleri gibi "peltek e sesiyle"
konuşan Osmanlı prensesleri bile gördük! Sultan hanım sanki Topkapı
Sarayı'nda değil Etiler barlarında yaşıyordu...
Muhteşem Yüzyıl, o sıralar pek gözde olan "Tudors" dizisinden ilham
aldı.
Bizimkiler de bir çeşit "Turkish Tudors" yapmak istediler.
O kadar ki, dizinin ilk ya da ikinci bölümünde Kanuni, "o Henry
Tudor dedikleri adamın da canına okuyacağım" gibilerden bir laf
ederek "gönderme" yapıyordu. (O dönemde İspanya'ya karşı İngiltere
müttefikimiz olsa bile!)
Oysa Tudors pek de matah bir dizi değildi, her şeyden önce Henry
Henry'ye benzemiyordu. Bu dizide "etine dolgun, sıkı balık etinde
bir Anne Boleyn" bile gördük, tarihçiler haklı olarak
gülmüşlerdir...