Şu son on beş senedir memleketin "ruh iklimi" değişti ya, üstü
örtülmüş tarihi gerçekler de yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya
başladılar...
Örneğin, 1922'nin eylül ayında İzmir'in "yakılmış" olduğunu ve bunu
da "kaçarken Yunan ordusunun yapmadığını" artık herkes biliyor
(zeytinyağlı enginarcılar da öğrensinler)...
Çanakkale muharebelerinin "kurtuluş savaşının bir
parçası olmadığını" da hepten öküz olmayan herkes anladı.
Arada beş yıl fark var.
Çanakkale, "içinde Atatürk geçtiği için" dünya savaşından
koparılıp alınmış, kurtuluş savaşımıza "monte" edilmişti.
Oysa biz, birçok yenilginin yanısıra, Çanakkale'den daha önemsiz
olmayan bir zafer daha kazanmıştık: Kut-ül Amare.
O kadar ki, Enver Paşa'nın amcası Halil Paşa o günü "Kut bayramı"
ilan etmişti.
Eh, 27 Mayıs "hürriyet" bayramının hükmünün 1980'e kadar ancak
yirmi yıl sürmesi gibi, bu bayramın hükmü de iki sene olabildi.
Yenildik, ortada ne bayram kaldı ne bir şey.
Çanakkale bir savunma zaferiydi, oysa Kut'ta İngiliz birliklerini
kuşatma altına aldık, açlıktan nefesleri koktu.
Çanakkale'den sessizce kaçarak ayrılmışlardı, oysa burada teslim
oldular, General Townshend'i de esir ettik.
Hazreti Büyükada'da Splendid Palace'da "ağırladık", hani 15 Temmuz
gecesi CIA ajanlarının darbeyi izledikleri otelde... Bu otel
mütarekede de İngiliz karargâhıydı... Demek ki emperyalistler orayı
pek sevmişler, ara ara gelip kalıyorlar...
Hayrettir, anlı şanlı Türk milliyetçileri, Enver'e sahip çıktıkları
halde, amcası Halil'in bu parlak başarısını niçin unutturmaya
çalışmışlardı?
Çünkü orada Atatürk yoktu da ondan.
Çanakkale, İstanbul'un düşmesini üç yıl geciktirdi.
Kut da, Bağdat'ın düşmesini.
Sonuçta yenildik ve bütün bu parlak zaferler hiçbir işe yaramamış
oldu. Bunu da bileceğiz.
Olsun. Çanakkale'yi nasıl gururla anıyorsanız Kut'u da
anacaksınız.
Konu ilginizi çekiyorsa, size Kemal Tahir'in "Kelleci Memet"
romanını tavsiye edeceğim.
Kut'u bir de Kelleci'nin babası Çankırılı Rıfat Çavuş'tan dinleyin:
Alman pilot "Sus Bey'in" (Von Schultz) pırpır tayyaresi nasıl
düşmüş...