Çanakkale cephesinde Atatürk'ün hayatını kurtaran "kahraman
saatin" esrarı zihinleri kurcalamaya devam ediyor... Mu? Yoksa
yazacak şey bulamayan bazı gazeteciler üfürükten konu mu yaratmaya
çalışıyorlar?
Göğsüne isabet eden bir şarapnel parçasının cebindeki saatine
çarptığını ve böylece kurtulduğunu Atatürk Ruşen Eşref'e anlatmış
(Ünaydın), o da bunu 1918'de yayınlamış o ünlü söyleşi kitabında.
("Anafartalar Kumandanıyla Mülakat"...)
Ama kurşun da diyorlar. Bazı arkadaşların "şarapnel parçası" ile
"kurşun" arasındaki farkı öğrenmeleri gerekiyor. Yoksa askerliği
bedelli mi yapmışlar?
Atatürk saati Liman von Sanders'e hediye etmiş. (Oysa hiç sevmezdi,
yıldızları hiç barışmamıştı.) O da ona kendi saatini vermiş.
Miralay Haydar Bey buna şahit.
Saat sonra unutulmuş.
Haydarpaşa'dan Beşiktaş'a giderken bindiği ve güvertesinde
"geldikleri gibi giderler" dediği "gazi çatana" gibi...
Demek ki Atatürk bu gibi gayretkeşliklere aldırmıyor, hiç önem
vermiyormuş! Verseydi, "benim eşyamı benden sonra emanet-i
mukaddese gibi saklayınız" derdi.
"Fotoğrafının kimde bulunduğunu" bildirene bile bin frank ödül vereceklermiş! Getirene değil, yalnızca bildirene.
Bilen bildiren çıkmamış.
Meğerse, Von Sanders 1929'da öldüğünde Türk hükümeti saati alıp müzeye koymak istemişmiş ama dul bayan Frau Von Sanders saatin eve giren hırsızlarca çalındığını belirtmiş...
Oysa 1933 yılında da Maarif Vekili Yusuf Hikmet Bey (Bayur) saatin aile tarafından "satıldığını" söylemiş.
Fakat 1939 yılında bir Alman papazı Berlin elçiliğimize müracaatla, saatin Von Sanders tarafından başka bir Alman subayına hediye edildiğini bildiriyor...
Her neyse, yazışmalar falan derken araya dünya savaşı giriyor, papazı ya da subayı aradınsa bul.
Saat büyük bir ihtimalle Ukrayna steplerinde bir çukurda ya da Stalingrad enkazının altında yatıyor. Ya da Berlin yıkıntılarının arasında kaybolup gitti de yıkıntılardan tuğla toplayan kadınlardan biri ("Trümmerfrau"), bir çöp yığınına atıverdi... İsterseniz enkazdan oluşan Şeytan Tepesi'ni (Teufelsberg) kazınız, belki bulursunuz. *** Hani bazı arkadaşlar 10 Kasım'larda Dolmabahçe Sarayı'na koşuyorlar ya, "yattığı yere gidemiyoruz hiç olmazsa öldüğü yere gidelim" yaklaşımıyla...
Biz de benzerini yapalım: Hayatını kurtaran saati bulup müzeye koyamıyor, ona bir "relic" (kutsal kalıntı) muamelesi yapamıyoruz ya...
Kurtaranı bulamıyorsak "öldüreni" ortaya çıkaralım: Müzeye bir şişe Kulüp Rakısı koyalım, altına da "Atatürk'ün katili" yazalım.
Hem böylece birtakım psikopatların "Atatürk öldürüldü mü?" gibi uçuk ve abuk spekülasyonları da sona erer.