Alman solunun iki önderi vardı: Karl Liebknecht ile Rosa
Luxemburg.
Bunlar 1918 sonu-1919 başında ayaklandılar.
Rosa Luxemburg bunun zamansız olduğunu, yenileceklerini söylüyordu.
Şartlar uygun değildi.
Fakat, tıpkı 1971 yılında hem kendi başlarını hem de Türk solunu
yakan bizim gafil çocuklar gibi, "aculluk" eden Karl hem kendini,
hem Rosa'yı, hem de Alman solunu yaktı. İki yıl önceki Bolşevik
darbesine heves etmişti.
Oysa, burasının Türkiye olduğu gibi, orası da Almanya'ydı.
Rosa bile bile bu yanlışa ayak uydurmak zorunda kaldı.
İktidarda olan Alman sosyal demokratları, aşırı sağla işbirliği
yapıp ayaklanmayı bastırdılar.
Liebknecht öldürüldü, cesedi bir hastane kapısına bırakıldı.
Rosa'nın cesedini Landwehr kanalına attılar. Beş ay sonra, çürümüş,
tanınmaz halde bulundu.
Berlin'de o noktayı ziyaret etmişliğim vardır. Çiçek bırakmadığıma
yanarım.
Bakınız Rosa ne demiş:
"Genel halkoyu tarafından oluşturulacak bir temsil kurumu yerine
Lenin ile Trotsky 'sovyetleri' (işçi şûralarını) siyasi hayatın tek
gerçek temsilcileri olarak ortaya koydular. Hayat giderek
sakatlandı. Genel seçim olmayınca, sınırsız basın ve toplanma
özgürlüğü olmayınca, canlı bir fikir tartışması olmayınca, hayat
her kamu kuruluşunda 'hayat benzeri' bir şeye dönüştü. Bürokrasi
tek etkin eleman oldu. Kamu hayatı yavaş yavaş uykuya daldı, birkaç
düzine enerji ve deneyim sahibi parti önderi ülkeyi yönetir oldu.
Bunların içinde yalnızca bir düzine seçkin kafa gerçekte yönetime
hâkimdir. İşçi temsilcilerinin seçkinleri de ara sıra bunların
önerilerini yalnızca alkışlamak ve onaylamaküzere toplantıya
çağrılıyorlar. Sonuçta bu bir hizip diktatörlüğüdür.
Bu proletarya diktatörlüğü değil, bir avuç politikacının burjuva
usulü diktasıdır. Tıpkı Jakobenler gibi. Bu durum kamu hayatının
sertleşmesine, cinayetlere götürür."