1-Gazete satışlarının düşük
olması sorunu üstüne çok tartışılıyor. Basılı gazetenin ömrünün
tamamlandığı söyleniyor. Kimilerine göre kitap basılı olarak
yaşamaya devam edecek, ancak gazeteler dijital ortamdan izlenecek.
Bu saptamalar doğru bile olsa, bugün gazete okunmamasının nedenini
açıklamaya yeter mi?
Yaş gruplarına göre dağılıma dikkat edersek,
halen ekrandan yazı okuma güçlüğü çeken, eski alışkanlıklarını
sürdüren insanlar yaşıyor. Nüfusun büyük kısmını oluşturan, erişkin
insanlar bu kişiler. Demek ki sorun biraz da ruhsal, düşünsel
nedenlere dayanıyor.
Siyasal olarak kendini yenik, terk edilmiş
sayan kesim, haber okuyarak hakikatle karşılaşmak istemiyor.
Kafasını kuma gömmeyi yeğliyor. Mesleki olarak kimi bilgileri
ediniyor belki, bir de elzem saydıkları haberlere tahammül
ediyorlar. Bunun dışında gettosunda yaşamayı yeğliyor bu kesim.
Başka türlü söylersek, burjuvaziyi oluşturan geniş orta sınıf
hiçbir şey okumuyor. Hem okumuyor, hem de siyasal çözüm istiyor! Bu
da ayrı saçmalık!
2-Ahmet
Say’ın anılarını okurken ibretlik pek çok olaya tanıklık
ettim. Bizim ülkede akademik çalışma okumak pek tercih edilmez,
anı, biyografi, günce türü kitaplar bu işi de görüyor.
“Ağaçlar Çiçekteydi”de bildiğim, okuduğum çokça
isim kanlı canlı önüme serildi. Say; bir yerde Orhan
Pamuk ile Yaşar Kemal ilişkisi üstünde
duruyor. Yaşar Kemal’in geniş, lezzetli anlatım dilinden söz açıyor
ve “büyük destancı” olduğunu vurguluyor. Ben nedense Yaşar
Kemal edebiyatına mesafeliyim, o ayrı. Yaşar Kemal’in Nobelli Orhan
Pamuk’u övmesine handiyse sinirleniyor. “Kuru, soğuk,
dilini bilmeyen biri” diyor Pamuk için. Yaşar Kemal’in Pamuk’a
arka çıkmasını hiç anlamıyor. Doğrusu ilk kitabı hariç Pamuk’u ben
de pek sevemedim.
Aynı kitapta Doğan
Avcıoğlu’ndan söz açtığı bölümler sarsıcı, dokunaklı ve
can yakıcıydı. Avcıoğlu hakkı yenmiş, unutulmaya terk edilmiş
devrimci bir düşünür. Yapıtları güncelliğini koruyor. Geçen yıl
oğlu Ahmet Avcıoğlu ile tanışıp söyleştik. 1965
seçimleri sonrasında Demirel büyük çoğunlukla
seçimi kazandıktan sonra kederli Ahmet Say doğrudan Avcıoğlu’nun
yanına gidiyor. Üzülen Say’a şunları söylüyor Doğan
Avcıoğlu;
“Bak Ahmet, Türkiye’de halkın
çoğunluğu aydınlanmadıkça 40 seçim yapılsa,
40’ında da gerici parti kazanır! 40 yıl geçse sonuç
değişmez!”
3-Çok garip, ortalıkta
sahiden seçim olacakmış gibi davranan insanlar var! Bu seçim
vaatlerine inanmaya niyetlensem bile; kimseciklerin beni hesaba
katmadığını fark ediyorum. “İstanbul’un meyhaneleri özenle
korunacak, yenileri de eklenecek” diyen yok mesela. Ya da
her semte mutlaka Mozart,
Beethoven dinlenecek, dört dörtlük konser
salonları yapacağını söyleyen de yok. Sürekli “şükür”
dememiz bekleniyor, bunu uygun aralıklarla yinelersek beton
cennetinde mutlu yaşayacağımızı öne sürüyorlar.
“İstanbul’u mahvettik” diyen
hükümranın sarayı ne tür estetik ölçüsü olduğunun da ispatı
aslında.
İstanbul’u Tanpınar,
Orhan Veli, Cemal Süreya,
Salâh Birsel okumamış birinin yönetmemesi
lazım!
4-Schopenhauer
“Müziğin içinde bütün dünya vardır” diyor. Müziğe
düşman herhangi biri yaşamdan söz edebilir mi? Müziksiz din üstüne
düşünmek lazım. Musil, sessiz filmlerinde benzer
etki yarattığını söylüyor. Müzik suslardan oluşmaz mı zaten? Nerede
duracağını, hangi vakit harekete geçeceğini bilmek erdem midir?
Eğer öyleyse taşkınlıklar düşkünlük sayılır, ki taşkın olmayan ruh
yaratıcı da olamaz! Yorucu çelişki!
Günce yazarken insan, sayısız fikir, imge,
uyarıcı karşısında kendini özgür bırakmalı? “Özgür” olmak
istedikçe tutsaklığın, üstelik farkında olmaksızın, artması
talihsizlik değil de, nedir? “Özgür”lük istenci garip bir
kelepçeye dönüyor, belki “özgür” kimse bunun farkında
olamadığı için gerçek anlamıyla “özgür” de olamıyor!
Karmaşık denklem! Özgürlük kavramını tarif etmeden ona sahip olmak
olası değil? Felsefe giz dolu sokaklarda insanın bir başına
yürümesini gerektirir, büyük cesaret!
Goethe, “İhtilallerin
nedeni kanunsuzluklar ve yüzsüzlüklerdir”
diyor.
5-“Nesin
Vakfı” Aziz Bey’in ilkelerine bağlı diye seviyoruz, destek
oluyoruz. Oysa oğul Ali “Yetmez Ama Evet”çi!
Babalar ile oğulları arasında düşünsel süreklilik olmayabilir. O
halde? Aziz Nesin ilkelerine bağlı katıksız
aydınlanmacı, sosyalist kimselerin de vakıf yönetiminde olması
gerekmez mi? Ali Nesin babasıyla hiç
anlaşamadığını söylüyor, “ama iyi arkadaştık” diye de
ekliyor. Ne tür arkadaşlıktır bu? Değerleri ortak olmayan, siyasal
olarak aynı yöne bakmayan insanların arkadaşlıklarına güvenilebilir
mi?
Aziz Nesin okurları, onun dostudur.
6-Koca toplum intihar
ediyor. Geri çevrilebilir mi bu eylem? Çocukları okula,
üniversiteye göndermek büyük risk taşıyor artık. Siyasal İslamcı
irade, tek tip, düşünmeyen, yeni dönem aygıtlarla uyuşmuş beyinler
yaratıyor. Yaşam yavaşlamadıkça onu duyumsamak, hak ettiği gibi
sürmek mümkün değildir! Doğayı görmesi için çocuklara tur
düzenleniyor on beş tatilde! İnek görecekler, süt sağacaklar...
Hakikat karşısında şaşıracaklar muhtemelen... Gezi ücretleri yüz
liradan başlıyor. Yeni turizm biçimi bu olsa gerek!
Zenginlik telaştan uzak olmakla ölçülür
elbette. Öyle de, ekmeğe muhtaç insan nasıl olup duracak,
düşünecek? Tanrı ticaretinde son aşamaya gelindi, birden fazla
kolaycılığı var tanrı kavramının; yoksulu uyuşturuyor, zengine
sürekli kaynak yaratıyor! Siyasetçiyi iktidarda güçlendiriyor.
Hakikati bilen tanrı, neden bunların yüzüne tükürmez ki?
Hatipoğlu’nun rektör olduğu üniversitede
akademik unvan ne değer taşır?