Dün “Dünya Barış Günü”ydü, kimi göstermelik, kimi içten
kutlamalar yapıldı. “Barış” demenin suç olduğu
coğrafyada, iyice içi boşalmış haldeyken kavramın, inatla, yüksek
perdeden dile gelmek önemli. Her gün biraz daha büyüyor sancı, ağır
ağır, belki farkında olmadan ölüyoruz. Toplum yaşamının oksijeni
“özgürlük”tür. “Barış” için demokrasi gerekir, kişiler kendilerini
yurttaşlık bağıyla, eşit olarak ait hissetmek ister devlete. Devlet
kutsal değildir. Mutlu yaşamak için araçtır. Oysa bizde kişinin ne
hissettiği, düşündüğü önem taşımaz. Soyut bir devleti yaşatmak için
ölürüz, öldürülürüz. Kuşkusuz sınırların kalktığı, sömürünün
olmadığı bir dünya düşlemeye devam ediyoruz. Henüz çok uzağız!
Yakılan Erdoğan posteri
Geçen gün Suriye’den kaçan cihatçıların yoğunlukta olduğu bir grup
sınırımıza dayandı. Askerle sıcak çatışmaya girecek kadar ileri
götürdüler işi. Çaresizlik yaptırır her şeyi. Ellerinde
Erdoğan posterleri vardı, yaktılar, hakaret
ettiler. Kendini kandırılmış hisseden, bol katilli, toplama bir
grup. Yazık ki içlerinde masum insanlar da var, bu hesaplaşmada
ağır bedel ödüyorlar. Suriye ordusu Rusya desteğiyle toprak
bütünlüğünü sağlamak için sona geldi. Sorun bizimdir artık. Daha
düne dek kahraman görülen Erdoğan’ın, şimdi düşman sayılmasının
nedeni elbette siyasal İslam pragmatizmidir. “Bumerang” döndü, onu
vuruyor.
Suriye ile sıcak çatışmaya girebiliriz. Bu siyasal tercih anlamına
gelir. ABD’ye “Senin izindeyim, senle beraberim” demenin en kısa ve
tehlikeli yoludur. İki küresel güç arasına sıkışan Türkiye, tuhaf
ve zor bir dönemeçte! Düşünün devlet başkanı hangi ülkeye gitse,
mutlaka bir şey alıp dönmek zorunda kalıyor. Kimi
kullanamayacağımız savunma sistemi satıyor, kimi parasını
ödediğimiz füzeyi bile vermiyor. Hazin son bu! Ne saygınlığı kaldı
ülke...