Sokakta çeviriyor insanlar kimi dertli kaygılı, kimi olan
bitenden umudunu yitirmiş içe kapanıp, bencilleşmiş. Sıkça
yinelenen soru: “Ne olacak memleketin hali? Çoluğumuz çocuğumuz
var, neye inanacağız, kime güveneceğiz?” Kaygıyla bakıyorlar
yüzüme. Bazısı uyarıyor: “Sen de çok sertsin be kardeşim!” diye.
Sahi ben mi katılaştım, yoksa dönem mi bunu gerektiriyor? Mecbur
değil mi kişi saf tutmaya?
Pusulamdı ilk gençliğimde Sartre’ın “Aydınlar
Üzerine” kitabı. Yirminci yüzyıl başı, dünyanın en çalkantılı
dönemi, büyük olaylar ardı ardına etkiliyor herkesi. Kendi sorusuna
yanıt bulmaya çalışıyor Sartre. Öyle değil midir zaten, bir başkası
size ödev, sorumluluk yüklemez, eğer dünya ile dertlenir, bunu
temel meseleniz sayarsanız ancak “aydın” olursunuz! Peki, kimdir bu
aydın?
“Hiç kimse tarafından görevlendirilmemesinin ve statüsünü hiçbir
otoriteye borçlu olmamasının onun özelliği olduğunu söyleyebiliriz”
diyor Sartre. Bir kere kimseden emir almayacaksın, hiçbir makama
bağlı olmadan, başına buyruk olacaksın, sözüne sahip çıkacaksın!
Üstelik başın beladan kurtulmayacak! Sartre’ı özetlersek;
İçinden çıktığın burjuvaziyle kavgaya girişeceksin. Bu elbet
kaçınılmaz olacak. İşçi sınıfının yanında duracaksın inatla.
Üstelik ne içinden çıktığın burjuvalar senden haz edecek ne de
uğruna kavgaya giriştiğin işçi sınıfı seni sevecek! Halkın
bilgisini görgüsünü yüceltmek için mücadele vereceksin. Egemen
sınıfa kafa tutacaksın, elinde bulundurduğu bilgiyi ondan alacak,
halka yayacaksın! “Ama bu özellikleriyle bile, aydın hiç kimse
tarafından görevlendirilmemiştir. Emekçi sınıfın gözünde bir
şüpheli, egemen sınıfların gözünde bir hain” olarak algılanacaktır.
Tuhaf bir mahluk! İnsan niye böyle biri olmak ister?
Melih Cevdet söyler Telgrafhane’de:...