Her birimizin önünde iki seçenek var; ya iktidarın kuyruğuna takılıp milliyetçi, dinci söylemi büyütecek ya da hakikati aramaya devam edip yalnız kalma pahasına sözünü söylemeye devam edeceğiz.
Geçen hafta adına “Barış Pınarı” denen harekâtla birlikte RTÜK açıklama yaptı, dedi ki: “Harekâtı itibarsızlaştıracak her yayın anında cezalandırılacaktır.” Ekranlarda çalan tamtamların nedeni bu olsa gerek.
Yetmedi Süleyman Soylu: “Kimse harekâta ‘savaş’ diyemez” diye buyurdu. Ülke nereden tutsan elinde kalıyor. “Savaşa giriyoruz” diyen Numan Kurtulmuş. E, o zaman önce Kurtulmuş’u yargılayın. Beş yüz sosyal medya hesabı kovuşturma altına alınmış. Bazısı mahkeme karşısına çıktı hesap sahiplerinin. Mizah konusu olacak durumlar bizde hukuk olarak sunuluyor.
Baştan başlayalım: Demokrasilerde her fikir, her eylem eleştirilebilir. Toplumun büyük kısmı karşı dursa, irkilse bile bu haktır ve adına “ifade özgürlüğü” denir. Harekât yapmak da siyasal bir tasarruftur ve bu kararı alan siyasiler de bizim gibi ölümlüdür, hata yaparlar. Kararı alanların memleketimi benden daha çok sevdiğine dair herhangi bir bulgu da söz konusu değildir. Gazeteci, söylendiği gibi tarafsız değildir.
Gazetecinin dini, ırkı, ülkesi olmaz. O evrensel değerlere bağlıdır, gerçeğin peşinden koşar. Ayrıca “barış” yanlısıdır. Görevi budur. İnsanları bilgilendirirken gerçeği eğip bükemez, herhangi bir tarafın lehine yayın yapamaz. Kaldı ki, bana kalırsa bu salt gazetecinin görevi değildir; sorumlu her yurttaş sormak, sorgulamak ödevini yüklenir. En çok bağıranın haklı sayıldığı düzene “demokrasi” denmez. Otoriter düzenler ancak böyledir.
Soru şu: “Söz konusu harekât meşru, haklı ve zamanlama...