Çocukluğu zor geçti. Babası onu döverdi.
O dönemlerde babalar çocuklarını döverdi, so-run değildi.
Haklı olsun olmasın, babaların çocuklarını dövme hakkı
vardı.
Bundan iki şey öğrendi.
Birincisi, baba dayağına karşı çıkılmayacağı idi.
İkincisi de duygularını gizlemekti.
İçindeki isyanı gizledi. Daha uzun yıllar bunu yapacaktı ama o
zamanlar bunu bilmiyordu.
Ergen yaşları da yarı evde yarı sokakta koşturmayla
geçti.
O zamanlar daha çocukların ergenliği sorun olmuyordu.
Çocukların ergenliği bile fark edilmezdi.
Öyle bunalımmış, ergen yaşlarıymış, öyle şeyler yoktu.
Çocuklar düşe kalka, ite kaka büyürlerdi.
Babaların dediği olur
du. Anneler de önüne
bakar, işini yapardı.
Öyle büyüdü bizimki de...
Ama büyüdükçe istekleri de büyüyordu, özlemleri de...
Yoksunlukları da büyüyordu, öfkesi de...
Çıkış yolu arıyordu sürekli. Ne Sartr’ı
biliyordu, ne varoluşu.
Ama kendini bu dünyada var etmek için yanıp tutuşuyordu.
Artık gençti, ne yapmalıydı?
Nerede olmalıydı?
Enerjisi vardı, fırsatlar bulmalıydı, bir şeyler
yapmalıydı.
Bir şeyler de yaptı. Artık imkânlar neyse onlarla
uzlaşarak.
Ama yetmezdi, yetmemeliydi, yetmeyecekti.
Bu “olmuyor, yetmiyor, yetmez” duygusu içinde hep
büyüyecekti.
Bu duygu, bu hırs onun yaşam motorunun yakıtı olacaktı.
Başarısının da, başarısızlığının da anahtarı buydu.
Sonuna kadar ne olduğunu anlayamayacağı “anahtar.”