Gülriz Sururi, hiçbir tören istemeden toprağa verildi.
Aslında bu bir meydan okumadır.
Alışılmış törenleri kabul etmemek, kendini doğanın kucağına emanet etmek, topluma verilen bir mesajdır.
Kendisiyle son karşılaşmalarımızdan biri, sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Adalet Yürüyüşü” sırasında olmuştu. Ondan sonra Atatürkçü Düşünce Derneği’nin Park Otel’de yaptığı toplantısında görüştük. Her zaman bilinçli bir katılımcı oldu.
Sanat dünyamız: müzisyenlerimiz, tiyatrocularımız, şairlerimiz, yazarlarımız, çizerlerimiz vb. her zaman toplumun işaret fenerleri olmuşlardır.
Elbette eğlence dünyasını ve eğlendiricileri, bu sanat dünyamızın içinde görmüyoruz. Zaten onlar da toplum yerine iktidara hizmet etmenin nimetlerini görüyorlar.
Bu bir yukardan bakış değil, insanı düşündüren, insanı geliştiren sanat ile, toplumu oyalayan “eğlencelikler” arasındaki farkı bilmektir.
***
Gülriz Sururi, tiyatronun içine doğmuş bir insanın, kaderini, toplumsal sorumluluğunun bilincinde olan bir sanatçıya dönüştürmesinin canlı örneğidir.
Sevgili Zeynep Oral onu çok yönlü anlatan yazısında açıkladı.
Toplum, Gülriz Sururi’yi de Engin Cezzar’ı da çok önemli oyunlarıyla tanıdı.
Zeki Alasya ile Metin Akpınar’ın “Kabare tiyatrosu” da nitelikli bir kabare örneği olmuştu. Toplumsal hiciv o zaman da vardı. Süleyman Demirel kendi parodisine kahkahalarla gülmüş, sanatçıları kutlamıştı.
“Olacak O Kadar” ile televizyonlarda Levent Kırca parodileri gülerken düşündüren skeçlerdir. Sevgili Müjdat Gezen değerli sanatçımız Savaş Dinçel ile başladığı bayrak nöbetini yıllardır sürdürüyor.
Elbette sevgili Genco Erkal her oyunuyla uygarlığın önündeki engelleri toplumun önüne sermiş, sanatın toplumsal etkisini yıllar boyunca sürdürmüştür.
Sanat dünyamız ülkemizin uygarlık yolunda sesini yükseltmekte, sürüklenmek istediğimiz din baskısına yaslanan “siyasal dinci iktidara” karşı çıkmaktadır.
Oysa bu karşı çıkışı modern bilim çevrelerinden daha yoğun görmeliydik.
***
Hukukun böylesine iktidar bağımlısı kılınmasına “hukuk fakülteleri” açıkça karşı çıkmalıydı. Bu konuda Barolar büyük bir görev yapmaktadır. Gerek il baroları gerekse Barolar Birliği bu adaletsiz uygulamalara şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Ama ya “hukuk fakülteleri”? Bu öğretim üyeleri ülkemizde olup bitenleri öğrencilerine nasıl anlatıyorlar, merak ediyorum.
Aralarındaki görevlerine son verilen öğretim üyelerini nasıl içlerine sindiriyorlar?
Üniversitelerin “sosyal bilim” bölümleri, “davranış bilimleri” fakülteleri, tıp fakülteleri, psikiyatri bölümleri ülkenin durumuna ilişkin bir yorum yapmıyorlar mı?
Ülkedeki yaygınlaşan “kaygı bozukluğu”, artan “depresyon” dikkatlerini çekmiyor mu?
Üniversite öğretim üyeleri, aralarında yıllardır çalışan meslektaşlarının uydurma suçlamalarla görevlerine son verilmesini nasıl karşılıyorlar?
Doğrusu, bilim dünyamızdan beklediğimiz haklı tepkiyi göremiyoruz. Ya da ben göremiyorum.
Ortaçağda Paris Üniversitesi’nin laik hocalarının krala karşı çıkışlarını ve bir yıl üniversite eğitimini durduklarını okumuş, hayretler içinde kalmıştım. (Bakınız; Jaques Le Goff- Ortaçağda Entellektüeller- İş Bankası Yayınları). Bir yıl üniversite Orleans kentine giderek eğitimine orada devam etmiş.
Bilim dünyamızın bu gidişe karşı durması bilimin sorumluluğu gereğidir.
***