Ağacı kesen testere gıcırdıyordu. Yanımdaki köylü bana döndü. “Bu ses destere sesi değil bey” dedi. “Ağaç inliyor, onun sesi.” Ağaç inliyordu ve biz onun sesini duyamıyorduk.
***
Ülkemiz tarihine kör, coğrafyasına nankör
bir yönetimin elinde acı çekiyor.
Kaz Dağları olayı tek başına bir olay değildir.
Ülkenin her yöresi maden çıkarma ruhsatı almış özel şirketlere -kim
bilir neler karşılığında- peşkeş çekilmiş durumda. Bu özel
şirketlerin her zaman iktidar yakınlarının olduğunu da unutmamak
gerekiyor.
Bakınız, büyük kentlerimiz “kentsel
dönüşüm” etiketi altında yüksek beton yapılarla dolduruldu.
Kentlerde de ağaçlar kesildi, topraklar kazıldı, beton yapılar
yükseldi.
Hiçbir yerde bir “botanik bahçesi”
açıldı mı? Oysa, büyük kentlerde, örneğin İstanbul’da onlarca büyük
botanik bahçesi olmalıydı.
Ülkemizin ağaç çeşitleri, farklı bitkileri, her
yöremizin çiçekleri bu bahçelerde yetiştirilmeli çocuklarımız,
büyüklerimiz bu bahçelerde doğanın güzelliklerini
görmeliydi.
Ağaçlar, yapraklar, doğanın yeşil canlıları
kentlerin oksijen kaynaklarıdır. Bu kaynakları yok etmek en değerli
yaşam maddesini, oksijeni yok etmektir.
Yapılan yüksek beton yapıların yörenin hava
akımlarını nasıl engellediği düşünülüyor mu? Hayır, akla bile
gelmiyor.
Ancak, bunların bedeli astım hastalarıyla,
solunum güçlükleriyle ödenmektedir.
Bugün İstanbul’da en az 20 milyon insan
yaşıyor. Ülke nüfusunun dörtte biridir. Bu insanlar modern bir
kentte mi yaşıyorlar? Yoksa, beton yığınlarının içinde yaşamaya mı
çalışıyorlar?
Ülkenin yeşil coğrafyası, bu gerçeğe nankör
iktidarların elinde yolundu, kazıldı, verimsiz bir toprak yığınına
dönüştü.
Yüzyıllık zeytin ağaçları kesilerek toprak
siyanürle zehirlendi. Zeytin gibi, zeytinyağı gibi bir ulusal
servetin köküne balta vuruldu.
Ormanlar, ağaçlarıyla, hayvanlarıyla,
çiçekleriyle, arılarıyla bir ülkenin gerçek servetidir.
Bu servetin değerini bilmeyenler, ülkelerine
kötülük etmektedirler.
Ülkenin coğrafyasına nankör olanlar, tarihine
de körler.
Ümmetçiler bir Osmanlı hayali
içindeler.
Osmanlı hayali mi?
***
Üç padişah, birbirini izleyen tarihlerde
“teceddüt (yenilik)” yapmak istediler. İstediler, çünkü
artık Osmanlı orduları gücünü kaybediyordu. Yeniçeriler esnaflığa
başlamışlardı, disiplini kaybetmişlerdi.
III. Selim, tahta 1789 yılında
çıktı. Bu tarih Fransa’da ihtilalin başladığı yıldır. Bu padişahın
yapmak istediği yenilikler “din elden gidiyor”
diyen softalarla “istemezük” diyen yeniçeri ağaları
tarafından engellendi.
III. Selim öldürülmüştür. Yerine geçirilen
IV. Mustafa’dan kısa bir süre sonra
II. Mahmut 1808’de tahta çıktı ve
1839 yılına kadar hüküm sürdü. Bu yenilikçi padişah Tıbbiye’yi
kurmuş, “mühendishane”yi kurmuş, modern kurumları ve
yöntemleri ülkeye getirmiştir.
1839’da tahta çıkan Abdülmecit
de yenilikleri sürdürmüştür.
Şimdi bugünün Osmanlıcıları, üniversitenin
yerine medreseyi, modern tıbbın yerine sülükçülük ile hacamatçılığı
getirerek Osmanlı yenilenmesinin de gerisine
hevesleniyorlar.
Tarihine kör olmak da işte budur.
***