“Gerçek yaşamda, asla birbirlerinden uzun süre ayrı düşmeyen ve çoğu kez birbirinin sıcaklığıyla faydalı kucaklayışını arayan şeyler: İlki ‘kötülük yapmak’, ikincisiyse kötülüğe karşı gelmekten yahut yapılmasını engellemekten imtina etmek…
(Kötülüğün asıl faillerini seyircilerden ayırmak lazım geldiği, üzerinde çokça durulmuş bir konu. Bu fark, yasaların cezalandırabileceği eylemler ile yasalarda bahsedilmeyen sadece ahlaken utançla damgalanacakları ayırt etmek için gerekli ve hukuk tarafından uygulanıyor. Ancak) failin tartışmaya kapalı suçu ile ‘seyirci’nin utanç verici olsa da mazur görülüp affedilebilecek kabahati arasında geniş ve sert tartışmalara açık bir alan bulunuyor. Bu gri alanda seyirciler, şeytanın araçlarına ve günahkâr faillerine dönüşme riskiyle karşı karşıyadırlar. Bu uğursuz ve şeytani avatarın tam olarak nerede ve ne zaman açığa çıkacağını baştan tespit etmek, bertaraf etmek ve etrafını ikazlarla çevirmek şöyle dursun, göstermek bile muazzam ölçüde zordur.
Dahası ortada ‘kötülük yapmak’ ve ‘kötülüğe direnmemek’ arasında bir yakınlık var… Bu yakınlık (şayet çağımızda masum gözlerle bakılmaya kıymet veriliyorsa) donanımsız ve eğitimsiz gözlere kendisini tüm yalınlığıyla gösterecektir. (Bugün insanlar), kandırmaca ve uydurmacayla bu yakınlığa kör bırakılmıştır. Bu körlük aslında, toplumun yasalarca tanımlanan ve yasaların sessiz kaldığı kişilerle ilgilenmek için kullandığı stratejiler arasındaki ayrımın tamamen kurumsallaşmasıyla çıkmış yan etkilerden biridir. Bu iki kategoriyi ayırmak için büyük çabalar sarf edilmiştir. Bir araya getirmek içinse çok daha büyük gayretlere ihtiyaç vardır.
Faillerle kötülüğün pasif tanıklarının buluştuğu, o çok iyi gizlenmiş ve zor seçilen ortak noktayı açığa çıkarmak için, bireysel tercihlerden ve ideolojik kılıflarından oluşmuş kalın örtü kaldırıldığında, ‘inkâr’ gerçeği ortaya çıkar… ‘İnkâr’ hem kötülüğün ifasını hem de kötülüğe tepki vermekten kaçınmayı psikolojik ve sosyolojik açıdan mümkün kılan şeydir. ‘İnkâr’, ‘başkalarının acı çektiği bilgisiyle ne yapıyoruz ve bu bilgi bize ne yapıyor’ gibi kafa karıştırıcı soruların yanıtıdır. Failler de seyirciler de keskin bir biçimde ve daima, tumturaklı ve gürültülü bir inkâra ihtiyaç duyarlar.
Suçun inkâr edilmesinin (veya masumiyet iddialarının ki aynı şeye tekabül eder) bir dolu biçimi vardır fakat kullanılan argümanlar şaşırtıcı biçimde benzerdir. Süslemelerden arındırıldığında, tüm argümanlar şu iki örgüden ya birini ya diğerini ifşa eder: ‘Bilmiyordum’ veya ‘Yapamazdım’… (Ancak) bilgi otobanları çağında, bilgisizliği temel alan argümanlar hızla inandırıcılıklarını yitirmektedir. Canlı ve kolaylıkla okunabilir biçimlerle başka insanların çektikleri acılara ilişkin bilgilere, her an her yerden anında ulaşılabilmektedir. Bilgiye anında herkesin ulaşabildiği bir çağda, ‘bilmiyordum’ tipi mazeretler, günahın affedilmesini sağlamaktan çok, günahı katmerlendirmektedir. ‘Hakikat benden kurnazca saklandı’ tipi bir açıklamadan ziyade, ‘bencilliğimden ve kafamı meşgul etmemek için öğrenmeye tenezzül etmedim’dir. ‘Bilmiyorum’ net ve yalın bir şekilde zamanın ruhuyla uyumsuz bir tümcedir.
O halde geriye, son çare başvurulacak bir mazeret olarak şu kalıyor: ‘Ben bir şey yapamazdım’ veya ‘bundan fazlasını yapamazdım’. Bu günlerde seyircilerin gerçekten de en popüler bahanesi budur ve böyle denildiğinde seyircilik, cezalandırılması imkânsız bir şeye dönüştürülmektedir. Oysa insanların yaşadıkları acıların sorumluluğu öyle kolaylıkla ve belli bir kanaatle inkâr edilemez. Sorumluluktan kaçarken kullanılan ‘yapabileceğim bir şey yoktu’ türü inkârların daha yeni, yenilikçi ve versiyonlarına çok ama çok acilen ihtiyaç var.”