“Avrupalıların ‘bir tehdit altında ama riski olmayan bir dünyadan, tehdidi kalmamış ama riskli bir dünya’ dönemine girdiğimizi anlamaları için acaba daha kaç yıl geçmesi gerekecek? Düzensizliği meydana getiren çok sayıda unsur var. Felaketlerin hepsi tabii ki aynı anda gelmeyecek, pek çoğu mantıksal bir zincir gibi belki birbirine bağlanmayacak ama geleceği tehdit ederek ve asgari bir düzen ümidini ortadan kaldırarak bizi yeni bir ortaçağa taşıyacak. Öyle bir ortaçağ ki milliyetçilerin değil, kabilelerin egemen olduğu bir ortaçağ; toprak, kan ve kimlik sorunlarının yeniden gündeme geldiği bir ortaçağ.” Fransız işadamı ve yazar Alain Minc’in “Yeni Ortaçağ” kitabından bu sözler. Benzeri tespitleri 2002’de vefat eden bir başka Fransız düşünür Michel Henry, 1996’da söylüyor, yaşadığımız dünya tablosuna “Barbarlık çağı” diyordu. Henry’nin gerek adlandırması gerek teşhisi benim düşünceme çok daha yakın. Zira Minc’in “ortaçağ” dediği ve toptan reddetmeye meyyal olduğu dönem, Müslüman dünyanın temsilcisi olarak Osmanlı’nın sahne aldığı zamanlar ve insanlık tarihi açısından bakıldığında birçok müspet nokta ihtiva ediyor. Ayrıca Henry, Minc’in önemsemediği kutsalın yok oluşunu ve teknolojik aklın kutsallaştırılmasını dert ediyor:
“Barbarlık çağını yaşıyoruz. İnsanlık tarihinde ilk kez bilgi ve kültür birbirinden ayrıldı. Canavarlaşan bilim bütün hissi özellikleri ve yaşamı dünyamızdan kovdu. Yaşamın kendini geliştirmesinden başka bir şey olmayan kültür, modernliğin beşiği Avrupa’dan dışlandı. İdeolojiler insanın yok oluşuna övgüler yağdırıyor. Yaşama ıstırabını dindirmenin tek çaresi medyatik evrene sığınmak...” Henry’e göre bilim ve teknik, insandan ve yaşamdan kopuyor, özerk bir hal alıyor; sanat ölüyor, kutsal yok oluyor; üniversite memur...