Adalete dair yapılan her düşünme, ister istemez, mutlaka “adli ilahi”, (teodise) diye bilinen “kötülük problemine de uzanıyor. Yaşadığımız dünyanın adil olup olmadığını, kötülüklerin kaynaklarıyla birlikte sorguluyoruz. Sağlıklı bir düşünce işleyişinde bu, bırakın sakıncalı olmayı gerekli ama elbette tutarlı, sağlıklı bir çizgide ilerliyorsa…
1820 yılında en zengin ve en yoksul ülke arasındaki fark 3’e 1 oranında iken, 1950’de bu fark 35’e 1’e, 1973’te 44’te 1’e 1992’de 72’ye 1’e yükselmiş. Zengin Kuzey ile yoksul Güney arasındaki sadece gelir düzeyleri değil ortalama yaşam süresi açısından da giderek büyüyen bir uçurum var. Orta Çağ’da ve erken dönem Yeni Çağ’da aynı yıl doğanların sadece yarısı 21 yaşına ulaşabiliyordu. Hangi çağda, hangi ülkede, hangi ailede, hangi genetikle doğduğumuz ve dahası ölüm şartlarımız açısından değerlendirdiğimizde yaşadığımız hayatta adaletten eser bulunmadığı açıkça görülüyor.
Peki tüm bu verilerden yola çıkarak ekonomi filozofu ve anarşist Edwad Paul Abbey’in dediği gibi “Hayat adaletsiz. Ve hayatın adaletsiz olması adil değil” diyebilir miyiz? Kendi adıma bu soruya “Evet” diyebilirim ama bir şartla, “Sakın ha buradan doğrudan doğruya teolojik bir çıkarıma yeltenmeyin!” diye ilave ederek… “Hayat adaletsiz” derken bunun asla “Yaratıcı adaletsiz!” diye düşündüğüm anlamında anlaşılmamasını söylerdim.
Alman düşünürü Thomas Macho, benim gibi temkinli değil. “Hayat adaletsiz, çünkü doğumlar adaletsiz; hayat adaletsiz, çünkü ölüm adaletsiz” demekten çekinmiyor 2010’da Graz Akademisi’nde verdiği konferansta. Sonradan bu konferansını “Hayat Adaletsiz. Sükunetsizliği Koruyalım” (Açılım Kitap) adıyla kitaplaştırmış.
Aynı dönemde yaşamış olan Descartes ve Pascal bağlamında ele alıyor Macho adaletsizliği. Descartes’in şüpheciliğini hizmetçisiyle çok eleştirilen ilişkisinden olan kızının beş yaşında ölümüne, Pascal’ın mistisizmini ise çocukluktan beri hasta oluşuna ve erken yaşta hastalığının ölümcül hale gelmesine bağlıyor. “Pascal, ölüm ve adalet arasındaki zıtlığın çözülemeyeceğini ve teodise meselesinin insanı cevaba değil aksine sadece uçuruma götürdüğünü biliyordu.” O yüzden filozofların değil İbrahim’in, İshak’ın, Yakup’un “sosuz kavranamazlıktaki” tanrısına ve onun adil olduğuna inandı. Kalbin mantığın, zekanın zıddı olmayıp imanın ve sevginin merkezi olduğunu söyleyerek Hıristiyan anlayışını değiştirdi ve modernliğin temellerini attı. Baudelaire’den Nietzsche’ye, Sartre’dan Camus’a ve Bergson’dan Marx’a kadar tüm Batı düşüncesini etkiledi.
Macho’ya göre tektanrıcılığın adaletsizlikleri temize çıkarmak gibi bir bedeli vardı. “Teodise meselesinin, yani tanrının, kendi yarattığı dünyadaki yokluk, acı ve erken ölümler karşısındaki meşruiyeti sorusunun, tek ve biricik tanrının kötü ve adaletsiz bir tanrı olamayacağı şart koşularak çözülmesi lazımdı.” Macho, kıyamet eskatolojisinin de bulunan çözümlerden birisi olduğu kanaatindeydi. “Hıristiyanlık, mahşer gününün, yani dünyanın sonunun beklentisiyle başlamıştı” ve anlayışlar değişse de her zaman bir kıyamet dini olarak kaldı. Mahşer günü, büyük mahkeme kurulduğunda bu dünyada haksızlığa uğrayanlar haklarını alacak, acı çeken Hz. İsa inananları muzaffer olacaklardı. İncil’in adaletsizlikler karşısında Hıristiyanlara öğüdü, yargılamadan, hüküm vermeden mahşer gününü beklemekten ibaretti.