Elbette geleneksel zamanlarda da insanın düşünme yetisinin beyne bağlı olduğu biliniyordu. İmam-ı Azam Ebu Hanife gibi âlimler, “akıl kalbte değil, dimağdadır, beyindedir” diye söylüyorlardı. Peki, öyleyse kadim bilgide ve Kur’an-ı Kerim’de niye akletme istidadı için kalb söz konusu ediliyor? Kast edilen, bir beden uzvu olan fiziki kalb dışında bir başka yer, varoluşsal bir merkezi konum olabilir mi?...
Kur’an’da ‘akıl’ kelimesi, hep ‘akletmek’ şeklinde, her zaman fiil kalıbıyla kullanılmış, isim olarak hiç geçmiyor. Bu tespite Arapçada aklın tezahürü olarak kabul edilen kabiliyetlerden biri olan ‘basiret’, Kur’an’da geçiyor diye bir itiraz getirilebilir. Doğrudur; lakin ‘basar’ kelimesinin ‘göz veya görme kuvveti’ manasından hareketle Elmalılı Hamdi Yazır merhum, “Rabbinizden size pek çok basiretler geldi” (A’raf 7/203) ayetini tefsir ederken “gözün görmesine basar, kalbin görmesine basiret denir” diyor. Yani basireti de kalb ile bağlantılandırıyor ve basiret nurlarının fark edilebilmesi için kalb gözlerinin açık tutulması gerektiğini belirtiyor. İmam Gazali de İhya’sında (4/289) altıncı his çerçevesinde değerlendirdiği basiret mefhumunu açıklarken, kalb, nur, akıl gibi sözcüklerin birbirinin yerine kullanılabileceğini söylüyor. Böylece basiretin de kalpten bağımsız olmadığı tam tersine kalbi bir kavrayış şekli olarak ele alınması gerektiği ortaya çıkmış oluyor.