Batı düşünce tarihi gerçekten de ilginç ve açmazlarla dolu. Merhamete daha Eski Yunan’dan beri yüz vermiyorlar, onu çoğu zaman bir erdem olarak dahi görmüyorlar. Mesela Aristo, “Acıma, bencillikten başka bir şey değildir. Başkalarının maruz kaldıkları duruma acıma duymamıza yol açan şey, kendimiz için duyduğumuz endişedir” diye söylerken Stoacılar, “bilge kişi acıma duymaz çünkü onun üzüntüsü yoktur. Elbette hemcinslerini kurtarmak ister ama bunun için acıma duymaya ihtiyacı olmaz. İnsanlara iyilik yapmak için onların acılarını kendi üzerimize almak zorunda değiliz” diyordu. Mesela Spinoza’ya göre “acıma, akıl düsturuna göre yaşayan bir insanda kendi başına kötü ve faydasız”dı. Bu yüzden Spinozacı Alain, 19. Yüzyıl’da “Yaşamı karartan bir tür iyilik vardır, üzüntü veren bir tür iyilik vardır, buna genel olarak acıma denir ve bu insanın başına gelen felaketlerden biridir” dedi. Nietzsche, merhametten tiksinmemizi isteyecek kadar ileri giderken Jankelevitch gibi parlak çağdaş filozofları “merhamet özellikle tepkili, izdüşümsel, özdeşleştirici olduğundan, sevginin de en alt düzeyidir, belki ama aynı zamanda en kolayıdır da” diyebildi. Batı düşüncesinde merhametin eksikliği, içini herkesin canının istediği gibi doldurabildiği, evrensel (ama bir o kadar da müphem) bir “insan sevgisi” giderilmeye çalışıldı. Hıristiyanlık öncesinde de bu böyleydi.
Şüphesiz merhameti önemseyen, onun acıma hissinden farkını idrak edebilen, önemli bir erdem olarak gören batılı düşünürler de var ama en insancıl ve özgürlükçü Aydınlanma filozofları dahi, batı-dışında yaşayan insanları sözlerine dahil etmiyorlar. Mesela “Aydınlanma düşüncesinin gerçek kurucusu”, “modern düşüncenin ortak atası” diye anılan Locke, aynı zamanda köleciliği ve sömürgeciliği savunabiliyor. Aynı şekilde Aydınlanma’nın ve liberalizmin...