''Yabancılaşma” kavramının dal budak salmasının, her köşe başını
tutmasının baş nedeni, böyle bir şey olduğuna inanmamız.
Yabancılaştığımıza inanıyorsak, onun arkasında başka bir “asıl”
halimiz bulunduğunu da kabul ediyoruz demektir. Evet, öyle… İster
insan teki ister toplum olsun bizi var eden bir “öz” olduğuna ve o
özden bir biçimde uzaklaştığımıza dair bir inanç var, hemen
hepimizde. Yabancılaşma kavramına bu “öz”de ne olduğuna, nasıl olup
da bozulduğuna dair merakımız bizi çekiyor. Kavramın modernlikle
birlikte ortaya çıkması ve modernlik katarına en son eklenen Batı
vagonu olan Almanya'da üretilmesi de bunlarla ilişkili.
Modernlik, insanlık tarihini alabora etti, o güne kadar bilinenler
bir anda ters yüz oldu. İlk modernleşen Batılılar, Anglosaksonlar,
Kuzeyliler, başlarına ne geldiğini tam olarak göremediler, feodal
derebeylik düzeninden, Papalığın despotizminden kurtuluyoruz diye
mutlu mesut karşıladılar olanı biteni. Ama süreci biraz kenardan
izleyen Almanlar, modernleşirken, kendilerinden bir şey
vereceklerinin, “öz”lerine bir şey olacağının pekâlâ
farkındaydılar. Modernleşme fikriyatının dinamosunu teşkil eden
Aydınlanma idealine de ilk itirazların, tarihselci, romantik
tepkilerin de Alman kökenli olması boşuna değil. Modernleşmeye
başlangıçta düşünürleri aracılığıyla felsefi bir tepki veren
Almanlar, daha sonra siyasetle ve teknolojiye abanmayla kendilerine
en uygun yolu aramaya çalıştılar. Yaşadıkları Nazizm felaketini de
yaşattıkları Holocaust hunharlığını da modernlik karşısında ne
yapmaları gerektiğini bilememelerinin tezahürü olarak okumak
mümkün.