Yalnızca mümkün değil aynı zamanda kaçınılmaz. Ufkumuz, büyük ölçüde içine doğduğumuz geleneğin, ana dilimizin imkânlarıyla sınırlı. Elbette başka kültürlerle, dillerle etkileşebilir, onlardan yararlanabilir, imkânlarımızı genişletebiliriz ama bu, esas niteliğimizi değiştirmez. İnsanın kendi tarihinden ve bir parçası olduğu milletinin tarihinden kaçma şansı olmadığı gibi, varoluşunun hakkını vermesi, ufkunu genişletmesi, kendini aşması, ancak geleneğinin künhüne vakıf oldukça ihtimal dâhiline girebilir. Kendini tanıdıkça, bilimi ve dini daha iyi kavrama, medeniyetine ve insanlığın ortak-evrensel varlığına katkıda bulunma şansı artar.
Varoluşçu düşüncenin İspanya'daki doruğu Ortega Y. Gasset, “Düşünmek, ortamla söyleşmektir. İstesek de istemesek de, ortamımız bizim için her an hazır ve bellidir; birbirimizi anlamamız bu sayededir... Sonsuz fikirler yoktur. Her düşüncenin karşısında etkin rolünü üstlendiği ve işlevini yerine getirdiği etkin bir durum ya da ortam çerçevesinde yer alması kaçınılmazdır” der. Devam eder: “Yirmi yaşlarındayken Fransız kültürünün sıvı ortamında gömülmüş yaşıyordum. İçine o denli girip çıktım ki, sonunda ayağım dibe değer gibi oldu. İspanya'nın artık Fransa'dan beslenemeyeceği izlenimine kapıldım. Bu benim Almanya'ya yönelmeme yol açtı. Alman kültürü gerekiyordu bize. Nietzsche ile gururlandık. İspanya'da öyle bir dönem yaşadık ki –söylemesi utanç veriyor ama- kültürümüzü boğulup gitmekten kurtarmak için sarılacak başka tahta parçası bulamadık”...
İspanya ile çok fazla benzerliğimiz var. “İmparatorluk mirası”, “feodalizmin çözülmesindeki güçlükler”, “geç modernleşme”, “Akdenizlilik” ama asıl önemlisi düşünce serüvenlerimiz... Nurettin Topçu, Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir gibi Batı'yla başladığı yolculuğa evine dönerek son vermiş Gasset'e benzer büyük üstatlarımız da var, modern uygarlık karşısında yerliliğinden özür dileyecek kadar pejmürde bir hale düşmüş Batı hayranlarımız da... Onun için Gasset'in tespiti önemli. Bu topraklardan yükselen her sese sağır olanlar belki ona kulak verirler.
Düşünce üretimini yapacak olan, aydın, münevver dediğimiz insan. Aydın, şüphesiz zihniyet dünyası, yapısı ve ayırt edici özellikleri itibariyle toplumundan bir parça farklılık gösteriyor. Ne ki bizim kendilerini “aydın” sanan Batı hayranlarımızın farklılıkları bir parça olmanın çok ötesinde; toplumumuzla organik bağları büyük ölçüde kopmuş vaziyette. Onlar, farklı değil, yerlilikten ve otantiklikten nefret eden nobran birer dışarlıklı... Çünkü kendilerini bu topluma değil Batıya bağlı, hatta ait hissediyorlar. Varlıklarının bizatihi batılılaşma sürecimizle bağlantısını bir türlü gör(e)miyorlar. Batılılaşmamızın bir komplikasyonu olarak zuhur ettiklerinin, yerli toprağın hakiki mahsulü değil batılılaşmayı hedefleyen eğitim sisteminin ve resmi ideolojinin ürünü olduklarının farkında bile değiller. Eğitim sisteminin ve resmi ideolojinin tornasından geçerken öğrendikleri her şeyin doğru olduğunu sanıyorlar.