İyi mi kötü mü bilmiyorum. Marx’tan burjuvazinin “özgürlük” nidalarını yükselterek alttan alta kendi sömürüsü için ne cinlikler yaptığını öğrendiğim gençlik günlerimden beri, her parlatılan kavramın arkasında çevrilen işlere bakmak gibi bir huy edindim. Son yıllarda medyada ve akademide “mahremiyet” söyleminin öne çıkarılması karşısında da “Ne yapmak istiyor yine bunlar?” diye şüpheciliğim beni kışkırtıp duruyor. Elbette bilirsiniz, derdimin “mahremiyet”le olmayacağını. Anlatmaya çalışayım.
Tipik örneği A. Giddens’ın “Mahremiyetin Dönüşümü” kitabında görüldüğü üzere, egemen sosyal bilimler dünyası, kadın-erkek ve cinsiyete dair ilişkiler bağlamındaki değişikliklerden ziyadesiyle memnun. Mahremiyetin geri kalan kısımları da çoğu için tali nitelikte. O yüzden yapılan tanımlar hep sisli puslu kalıyor: “Mahremiyet, insan hakları içinde tanımlanması zor olanlarından biri. Kişilerin tek başlarına kalabildikleri, istedikleri gibi düşünüp davranabildikleri, başkalarıyla ne zaman, nerede, nasıl ve hangi ölçüde ilişki ve iletişim kuracaklarına kendilerinin karar verebildikleri bir alanı ve bu alan üzerinde sahip olunan hakkı ifade ediyor”… “Mahremiyet otonomi hakkıdır; yalnızlık, samimiyet ve anonimliği yaşama hakkıdır. Mahremiyet, kişiyi çevreleyen yakın fiziksel alanı, kişiyi haksız müdahalelere karşı korumayı, kişisel verilerin toplanma, saklanma, işlenme ve dağıtımının nasıl yapılacağını veya yapılmayacağını kontrol etmeyi gerektirir. Mahremiyet hakkı; bir kimsenin özel hayatı, fiziki, ahlaki bütünlüğü ve kişisel bilgi denetimi kadar, kişiliğini geliştirme özgürlüğünü, başkalarıyla kişisel ilişkiler kurma hakkını ve profesyonel iş yaşamına ilişkin etkinliklerini muhafaza etme yetkisini de içerir.”