Dört yılı aşan zamandan beri büyük bir şevkle sürdürdüğüm Yeni Şafak köşe yazarlığım boyunca şüphesiz en çok tekrar ettiğim kelime, “adalet”… Adalet Bakanlığımız tarafından Ankara’da bir “Adalet Şurası” toplanıyor. Dün Cumhurbaşkanımız'ın açılışını yaptığı şura bugün de devam ediyor. Çok önemli birçok tebliğin yanısıra bu sabah, “Adalet Sosyolojisi, Adalet Psikolojisi” oturumunda benim de bir tebliğim olacak. Konuşmamı, iki yazı halinde sizlere de sunmak, görüşlerinizi almak istiyorum.
Bugün liberal demokratik sistemlerde “adalet” dediğimizde öncelikle hukuka uygunluğu kast ediyoruz. “Adil insan” olmak, kendini yasaların ve başkalarının meşru haklarının üstüne koymayı reddedebilecek bir olgunluk düzeyi gerektiriyor. Adalet, ayrıca hep eşitlik ile birlikte anılıyor. “Eşitlik”ten farklılıkların aynılaştırılması, vakıanın özgünlüğünün ortadan kaldırılması değil, hukuk karşısında ve haklarda eşit olma anlaşılıyor.
Adalet kavramı, hukukla sınırlı değil; siyasetin de felsefesinde ve pratiğinde olmazsa olmaz nitelikte bir yer tutuyor. Siyasette “adalet”, “adil yönetim”, “adil yönetici” kavramları, başlı başına bir tartışma konusu. Bu tartışmanın netlik kazanabilmesi için, kavramın daha çok aydınlatılmasına ihtiyaç var.
Adalet, toplum hayatı için de çok önemli. Hak, hukuk ve adalet mefhumları olmadan insan ilişkisi ve toplum hayatı söz konusu olamaz. Öyle ki, adaletin her toplulukta şu veya bu ölçüde bulunduğun, aksi takdirde kolektif hiçbir işlevin yerine getirilemeyeceğini söyleyen düşünürler var. Haksız değiller. Filozof Kant’ın “Eğer adalet yok olursa yeryüzünde yaşıyor olmamızın bir değeri kalmaz” demesinin nedeni de bu. Her değer, adaleti gerektirir; her toplum onu talep eder. Adalet olmadan meşruiyet de gayri-meşruiyet de olmaz. Kaldı ki, adaletin olmadığı yerde hemen zulüm baş gösterir. İla nihai zulümle payidar olmak ise insan şerefine, haysiyetine aykırı olup mümkün değildir.
“Adalet psikolojisi” dendiğinde ilk planda kriminoloji, viktimoloji, suç-suçlu ve mağdurun psikolojisi ile yargı sisteminin somut işleyişindeki sorunların psikolojiye etkileri akla geliyor. Adalet Psikolojisi ders kitapları müfredatı, bunları içeriyor. Bunun nedeni, kavramın günümüzde büyük ölçüde hukuk tarafından soğurulmasıyla alakalı. Müsaade ederseniz, ben, bunların değil de adalet kavramının ahlaki ve psikolojik boyutları üzerinde duracağım. Konuyu bir erdem olarak adaletin psikolojimizdeki yeri bağlamında ele alacağım. Ancak böyle ele aldığımızda, adaleti yerli yerine koymaya bir adım daha yaklaşmış oluruz. Aksi takdirde, adaletin zirvesinin hakkaniyet olduğunu anlayamayız. Aristoteles’in “hakkaniyet, yasaya göre doğru olan değil, yasal adaletin düzenleyicisidir” sözünün künhüne varamayız. “Haklı olan güçlü kılınamadığında güçlü olan haklı kılınır”; “çıkarı adalete boyun eğdirmek gerekir yoksa adaleti çıkara değil” sözleri bizim için bir anlam taşımaz. İşin özünü anlamadığımızda, adaleti yasallıkla ve yasalar karşısında eşitlikle sınırladığımızda, yasaların adil olmaması halinde ne olacağını, ne yapılacağını, psikolojimizin nasıl tepki vereceğini konuşmamız mümkün olmaz. Tüm bunlar için, ahlak ile psikoloji arasındaki yüksek gerilim hattında kafa yormamız gerekiyor.
Bir hüküm, bir davranış, siyaseten doğru olabilir, hukuken meşru bulunabilir ama pekâlâ ahlaken uygun olmayabilir, içimizdeki adalet terazisinin tartısından geçer not almayabilir. Siyasi olanın gerçekten doğru, hukuki olanın sahiden meşru olabilmesi için ahlakın da uygunluk onayına ihtiyaç var. Siyaseti ve hukuku, kitabına uydurmak kabilinden anlamak, sadece bir tekniğe indirgemek istemiyorsak kalplerin de mutmain olacağı bir şekilde kavramaya mecburuz. “İçimizdeki adalet terazisi” ve “kalplerin mutmain olması” gibi ifadeler, modern insana pek yabancı… Ya bu kavramlardan hiç bahsetmeyeceğiz ya da modernliğe bir eleştiri yönelteceğiz. Benim tercihim elbette ikincisi…