Yaşadığımız postmodern zamanlarda, kimlik sürekli inşa edilecek bir şey gibi görülüyor; hayat kullanılıp atılabilecek nesnelerle dolu konteynır gibi algılanıyor. Bu yüzden psikanalist Erik Erikson’un on yıllar önce sağlıklı kimlik için sözünü ettiği “aynılık ve süreklilik duygusu” tanımı, artık pek geçerli değil. Zira “aynılık ve süreklilik”, istenen bir duygu olmaktan çıkıyor. Bunun yerine insanlar, bir giysi gibi benimsenebilen ve çıkarılıp atılabilen kimlikleri tercih ediyorlar. Kimse bağlayıcı bir seçim yapmıyor. Zamanımızı en güzel biçimde “iğretilik” sözü karakterize ediyor. Her şey üzerimizde iğreti duruyor; taşıdığımız kişilik özelliklerimizin bile modası geçecek, beğenilemeyecek diye ödümüz patlıyor. Marka işte tam da bu akış içinde, firmanın ürününü moda yapma isteğine karşılık geliyor. Marka kavramının anlamı ve içeriği giderek moda kavramına yaklaşıyor.
Sürekli olarak bizi kuşatan imajlar dünyasına bakıp duruyoruz, neyin rayiçte, neyin popüler olduğunu anlamaya, kendimizi ona uydurmaya çalışıyoruz. Seçeceğimiz bu imajlar hem ürünler hem kişisel özelliklerle ilgili olabiliyor. Bırakın marka tutkunluğunu bizzat kendimizin marka olmamız isteniyor. Sürekli “Kendini bir şirket veya vitrindeki bir ürün gibi gör ve öyle göster. Ne olmak, hangi özelliklerini satışa sunmak istediğini planla, buna uygun bir sunuş ve davranış stratejisi geliştir!” deniyor. Öz-çekim bu yüzden icat edildi, fotolardan müteşekkil medyalar bu yüzden icat edildi. Kendimizi göstermemiz için sosyal medyada işlem, çoktan “tamam” oldu. Orada epeydir, kendi geçeğimizden koptuk, vitrindeki bir ürün gibiyiz. Biz de tıpkı bir üretim firması, satış departmanı gibi kendi markamızı moda haline getirmeye çalışıyoruz. Sosyal medyadaki TT (trend topic) olma hali, bu anlatmaya çalıştıklarımızın özeti gibi...