Bir süredir yazılarımızda adalet mi merhamet mi daha önemlidir konusunu ele alıyoruz. Bu amaçla soruya geçmişten bugüne nasıl cevap verdiğimizi anlatmaya, nedenlerini açıklamaya çalışıyoruz. Son olarak adalettense merhametin daha belirleyici olduğuna kanaatte getirdiğimizi ve bu değişimin nasıl olduğunu anlatma gayreti içindeydik. 2017’deki Adalet Şurası’nda yaptığımız konuşmada fazla merhametin de zararlı olduğunu söylememiz üzerine dinleyicilerden bir hâkim beyin merhamet erdemine haksızlık ettiğimizi belirterek itirazda bulunduğunu ve bizi düşüncelere saldığını ele almıştık. Fazla merhamet zararlı mıdır? Sorusuna cevap ararken tam da olması gereken yere, kalbin eylem sahasına geldiğimizi ve kalp üzerine düşünmeye başladığımızda fikrimizin de merhamet lehine değişim gösterdiğini belirtmiştik.
İncelemelerim sonucunda, Kur’an’daki “kalb” kavramının tam olarak Türkçedeki “gönül”e karşılık geldiği, insani varoluşunun manevi merkezi olduğu ve en çok batı düşüncesindeki “logos”u andırdığı sonucuna ulaşmıştım. Eski Yunan düşüncesi, “logos”u âlemi var eden ve belli bir düzen içinde işleten aklı ve bunun insandaki dil yetisi olarak tezahürünü anlatmak için kullanırken buna pathos (duyguların dünyası) ve ethos (değerler) ilave ediliyor. Hristiyanlıkta “logos”, hem Tanrı kelamı hem İsa’nın kendisi manasına geliyor. Kur’an’daki kalb kavramı ise “logos”tan çok daha derin, kuşatıcı ve berrak anlam alanına sahip…
Aklı, duyguları, vicdanı, karakteri tüm hepsini bir arada ihtiva eden kalb, anlayabiliyor, idrak edebiliyor ama Kur’an’a göre bu anlama ve idrak, sadece beynin ve dimağın faaliyetleriyle sınırlı değil onları hem içeriyor hem aşıyor, insanın tüm varoluşunu kapsıyor. Kalbin akletmesi ile hem insanın anlama yetisine sahip tek varlık olması hem de varoluşun anlamını idrak etmeye müdrik bulunması kast ediliyor…
Kur’an’a göre anlamanın ve ene önemlisi ilahi mesajın bihakkın anlaşılması ve idrak edilebilmesi için kalb şart; bunu ancak kalb başarabilir ama kalbi olmak, tek başına yeterli değil. Kalb, herkeste olmasına karşın tüm kalpler, daha doğrusu kalb sahipleri, Allah’a yönelmeyi başaramazlar (A’raf /179)… Kur’an, bizim kalplerimizi ne yana, nasıl sevk etmemiz gerektiği, aksi halde bizi nelerin beklediği hakkında uyardıkça uyarıyor. Akletme istidadını haiz olan kalplerin doğrudan saparak hastalanabileceğini, marazi kalplerin kendisini ihtiraslarla ve bozgunculukla göstereceğini, giderek sertleşip katılaşacağını, kararıp paslanabileceğini, perdelenebileceğini, kapanıp körleşebileceğini, kilitlenebileceğini ve nihayet mühürlenebileceğini söylüyor. Kalplerimiz mühürlendiğinde artık çıkış yolumuz kalmayacağını, hakikatlere kör, sağır ve dilsiz hale geleceğimizi; hayvanlardan daha aşağı bir hayat derecesine mahkûm olacağımızı belirtiyor (Bakara /7, 18-20).
Biz kul olarak ancak kalbimiz aracılığıyla ötelere baktığımız gibi Allah da mütemadiyen bizim kalplerimize bakar. Manevi bakımdan sağlıklı bir kalb, yapısı gereği sürekli olarak hareket eden ve kutsala yönelen bir radar gibidir. Bizi dünya hayatını ebedi sanmaktan, kendimize, heva ve heveslerimize, Yaratıcımızdan gayrısına tapınmaktan alıkoymaya, ancak Yaratıcımızı tanıyıp, ona kulak verdiğimizde huzur, sükûn, sürur ve tatmin bulacağımızı hatırlatmaya çalışır.
Kalb genellikle bireysel alanla sınırlı olarak ele alınıyor ama bizi birbirimize bağlayan bağla, birbirimize sadakat ve güvenimiz ile de çok alakalı. Kadim anlayışta kalbin aşkın ve sevginin olduğu kadar bağlılık ve sadakatin, güvenin de yuvası olarak görülmesi, çok anlamlı. Kalbin esas vazifelerinden birisi, birbirimize güveni sağlamak ve üzerine sevgi ve saygının inşa edileceği bir zemin hazırlamak. Zira kalbi hastalanmış bir insan, kişilik bakımından da maraziliği ölçüsünde hasis, nankör, yani bencil toplum düşmanı haline gelir. Paylaşma ve dayanışma için değil bozgunculuk ve nifak için yaşar.