İnsanı insan kılan, onu diğer canlılardan ayırt ettiren, tanımlayıcı vasıflarından birisi “anlam üreticisi” olması. Bir anlam ağının içine doğuyor, kendimiz başta olmak üzere karşılaştığımız her insana, canlıya, her nesneye, yaşadığımız her olaya bir anlam veriyoruz. Anlam üreticisi olması gibi canının sıkılması da insana özgü ve bu iki özellik birbiriyle yakından bağlantılı… Canlılar içinde canı sıkılan, arada bir hayatı anlamsız bulan yegâne varlık, insan. Hayvanlar, doğal ortamlarda can sıkıntısı belirtisi göstermiyorlar; daha doğrusu tüm yaşamları baştan aşağı biyolojik olarak programlanmış olduğundan canları sıkılmayacak kadar meşguller. Ama insan öyle değil; hayatın akışına katılmak, varlık âlemine dalmak, anlamlar vererek bağlanmak, bizzat iradesiyle kendini meşgul etmek, bir meşguliyet bulmak zorunda.
Can sıkıntısı doğrudan doğruya zaman algımızla ilgili… Can sıkıntısı sırasında, varoluşumuzun hissettiği şey, boşluk hissi. Ne geçmiş ne gelecek ne bekleyiş ne umut, bitimsiz şimdiki zamanın ortasında, boşlukta öylece cascavlak kalakalıyoruz. Şimdiki zaman, canımız sıkıldığı sırada giderek genleşiyor. Geçmişi hatırlamamız, değerli hoş anılar getirmiyor, bireysel tarihimiz pek anlamı kalmamış silik bir çizgi halini alıyor. Gelecek bize bir şevk vermiyor, hevesimizi kıpırdatmıyor; canımız bir şey çekmiyor, ileri doğru atılmak, umutlanmak için belirli bir hedef bulamıyoruz. Varlık âlemiyle aramızda bir mesafe açılıyor, zaman anlamını yitiriyor. Otomobilinin vitesinin boşa alınması gibi bir zaman boşalması yaşanıyor. İçsel zaman ile saat zamanı arasında bir çözülme ortaya çıkıyor. Saat yine kimseyi umursamadan aynı hızda tik tak çarpmayı sürdürür ama içsel zaman sanki bir yerde takılıp kalmış gibidir. Zaman boşalması ne kadar uzun sürerse insan bağlarından, dünya anlam verdiği ağda...