Günümüzün en mühim düşünürlerinden Charles Taylor, yaşadığımız
zamanların alâmetifarikasını sekülerlikte görüyor ve “seküler çağda
yaşıyoruz" diyor. Ona göre sekülerliği anlayabilmek için anahtar
soru: “Neden Batı toplumumuzda, örneğin 1500'de Tanrı'ya inanmamak
hemen hemen olanaksız iken, 2000'de çoğumuz bunu yalnızca kolay
değil, aynı zamanda kaçınılmaz buluyoruz?” Önce Batı'nın sonra
dünyanın, her şeyin kutsal olduğu geleneksel dünyadan Tanrı'ya
inanmanın alternatiflerini düşünebilir hale nasıl geldiğini
araştırıyor.
Taylor, Batı'da sekülerleşmenin yerleşmesini üç değişik boyutta ele
alıyor. Birincisi, geleneksel dünyada insanlar için “dünya ve hayal
ettikleri kozmos, ilahi gaye ve eylemin kanıtıydı.” Her şey ama her
şey, “büyük olaylar, fırtınalar, kuraklıklar, seller, salgınlar,
yıllarca süren sıra dışı verimlilik dönemleri Tanrı'nın eylemi
olarak görülüyordu.” İkincisi, sadece bunlar değil, “toplumun
varlığı da Tanrı'nın bir alametiydi.” Toplumsal yaşantının ve
organizasyonların her alanında, her yerde, bir biçimde “insan
Tanrı'yla karşılaşıyordu.” Üçüncüsü, insanlar, ruhların,
şeytanların, manevi güçlerin kapladığı “sihirli” bir dünyada
yaşıyorlardı. “Kişisel eylemlilik ile gayri şahsi kuvvetlerin
arasındaki sınır hiç de net değildi.” Anlam, bizden bağımsız olarak
her yerde vardı, her şeyi kuşatmıştı. Üstelik sadece anlam değil
manevi güç de içeriyordu; “şifa verebilir, gemileri batmaktan
kurtarabilir, doluyu ve şimşekleri sona erdirebilirdi.”