“Çocukluğumda harika zamanlarımız da oldu. Annemin ailesinden
bize, Saraybosna'dan fazla uzak olamayan Stup'taki Azici köyünde
küçük bir mülk kalmıştı... Yazları okullar kapanınca mülkümüze
giderdik. Bu 1932'den 1940'a kadar 7-8 yıl boyunca böyle devam
etti. Babamın sağlığı bozulmadan önceki ilk beş yıl boyunca oraya
annemle ve babamla giderdik. Sonraları onlar Saraybosna'da kalmaya
başlayacaklar; biz de mülkümüze annemin kız kardeşi olan dul
teyzemle birlikte gidecektik. Kırda geçen bu yaz günleri kuşkusuz
hayatımın en güzel günleriydi...”
“Kırda geçen bu yaz günleri kuşkusuz hayatımın en güzel
günleriydi...” sözü, bazı okuyucularda, tatlı bir çocukluk ve
tabiat nostaljisi etkisi uyandırmış olabilir ama öyle değildir. Bu
sözden müthiş bir hüzün yayılır ve hepimizi can evimizden vurur.
Hepimiz, çocukluğumuzu özleriz, çocukluk bizim yitik cennetimizdir.
Ancak babasıyla annesinin mutlu zamanlarını çocukluğunda görmüş,
babası hastalandıktan sonra, çocukluğuyla birlikte o mutluluğu da
kaybetmiş olan Aliya'nın durumu daha farklıdır. Çocukluğu onun için
bizimkinden çok daha değerli bir yitik cennettir. Onun köklü ve
sağlam tarih ve gelenek bağlılığında, mutluluğun ve güzelliklerin
geçmişte kaldığını ona söyleyen yaşantılarının payı büyük olsa
gerektir.