Müslüman bir toplumda demokrasi inşasının zorluklarından birisi, belki de en önemlisi, örgütlü manevi toplulukların yeri ve sınırlarını belirlemek noktasında ortaya çıkıyor. Zira bizim tarihimizde ve siyasi kültürümüzde, din-devlet ilişkileri Batı'dan çok farklı nitelikler taşıyor. Batı'daki demokrasi tecrübesinde sivil toplumun konumuyla ilgili bilgi, bu noktada pek işimize yaramıyor. Sadece o değil, Batı literatüründe “cemaat” (community) ve “cemaatçilik” (komüniteryenizm) kavramlarının bizim toplumsallığımızla hemen hiç ilgisi bulunmuyor. Bizdeki manevi toplulukların kahir ekseriyeti, İslam düşünce ve yaşayış biçimi içinde özel bir yeri ve tarihsel bir devamlılık çizgisi bulunan tarikatlardan oluşuyor.
15 Temmuz hain darbe girişiminden sonra, örgütlü manevi topluluklar- demokrasi ilişkileri tartışması, özellikle aciliyet kazandı. Birçok mecrada bu tartışma, değişik yöntem ve üsluplarla sürdürülüyor. Kanaatimce ideolojik bakış, bu tartışmada bizi bir adım bile ilerletmiyor, sorunun çözümünde hiçbir işimize yaramıyor. Ben tartışmaya, konuyu oldukça şahsileştirip kendisini toplumsal ve siyasi “merkez”de gören, fikirlerini bu zaviyeden geliştiren birisi olarak görüşlerimin zaman içinde nasıl değiştiğini anlatarak katılmak istiyorum.
2008 yılına kadar ülkemizdeki örgütlü manevi toplulukların işleyişinin demokrasi idealleri aleyhine olduğunu düşündüm ve bunları beyan etmekte bir sakınca görmedim. Mesela Mart 2004’te şunları söyledim:
“Sosyopatik kültür ve birçok tarihsel-toplumsal nedeni olan dini cemaat kültürü, ülkemizde demokratik kültür gelişiminin temel engelleridir. Sosyopatinin ve ‘örgütlü din’in böylesine yaygın, etkin olduğu bir toplumda demokrasiden bahsetmek çok zor; demokrasiyi hedeflediğini söyleyen yaklaşımlar da bu örgütlü dini oluşumlara karşı ne yapacağını belirtmek zorundadır. Elbette ‘önce eğitimle sağlanacak Aydınlanma sonra demokrasi!’ gibi halk düşmanı bir formülasyonu benimseyemeyiz. Demokrasi, insana ve aklına güvenmeye dayanan bir bakış ve yaşama tarzıdır; öncesi ve sonrası olmaz; yaşama geçirildikçe güçlenir. Kalıcı ve güçlü bir ‘demokratik cumhuriyet’ hedefi için, vatandaşların demokrasi kültürünü içselleştirmelerine, uygar tutumlar benimsemelerine yol açan partiler-üstü, kapsamlı bir milli program, sosyopatinin ve ‘örgütlü din’in yegâne panzehiridir.”
Görüldüğü gibi hayli keskin olan bu fikirler, bana o zamanlar makul geliyor, toplumun kahir ekseriyetinin de böyle düşündüğünü tasavvur ediyordum. Ak Parti’nin iktidarının giderek pekişmesi ve toplumsal gerçekliğin üzerindeki resmi ideoloji şalının açılmaya başlamasıyla fikirlerim de değişti. Öncelikle “sosyopati” sandığım birçok görünümün, şehirlerin varoşlarına adeta sürülmüş yoksul insanların modernliğe uyum güçlükleri olduğunu fark ettim ve utandım. Keskin cumhuriyetçi bakışımı, demokratlık lehine restore etmeye çalıştım. 2012’de (ki o zaman henüz paralel devlet yapılanması ve FETÖ belası farkındalığımız belirmemişti) şu görüşü dile getirdim:
“Geçen yıllar boyunca anladım ki, toplum, saf iyi ya da saf kötü değildir; olumlu ve olumsuz nitelikler, her toplumun, her cemaatin, her insan grubunun hatta her insanın içinde sürekli bir biçimde mücadele halindedir. Başta insanın kendisi olmak üzere, tüm topluluklarda birçok gerilimin dinamiği bulunur. Birçok talep, ihtiyaç, düşünce, dini telakki, birçok farklı çıkar hayatın akışına canlılık katar. Siz bu süreçte her an bir tavır alış içine girersiniz. Kendinizi ‘merkez’de hele de ‘demokrat’ diye tanımlıyorsanız, ilk yapmanız gereken hayatın bu akışına bent çekmemeniz, karşı olduklarınıza bile tahammül gösterebilmenizdir. Demokrat olmak, topluma tapınmak değildir elbette. Toplumda karşı çıkılması gereken birçok özellik olabilir. Ama toplumda karşı çıkılan güçlerle mücadele etmek, her an toplumu düzeltmeye yetkili kılındığını sanmakla karışabilir; demokrasi için mücadele ediyorum derken zalim bir toplum mühendisi kesilebilirsiniz. Örneğin benim yaptığım gibi cemaatlere karşı mücadele ediyorum derken ‘sağlıklı dini hayat’ın nasıl olduğunu bildiğiniz zehabına kapılabilirsiniz. Cemaatlerin demokratik yaşamda bir problematik oluşturduklarını vurgulamaya çalışırken, dini özgürlükleri ve insanların manevi rehberlik ihtiyaçlarını yok etmeye kalkar, leğenin içindeki kirli suyla birlikte çocuğu da lağıma döküverirsiniz. Böylesine akışkan ve çatışmalı bir hayatta ‘demokrat’ bir duruş sergilemek gerçekten çok zordur, insanın her an içindeki despotik eğilimlere boyun eğmesi mümkündür.