Beyin incelemelerinin yöntemi ve ulaşılan sonuçlar hakkında öyle çok bilgi var ki, tamamını öğrenebilmek insanın yıllarını alır. Bu durumda ne yapmaları gerektiğini soran genç meslektaşlarıma şöyle bir tavsiyede bulunuyorum. Bir beyin hastalığı mesela alzheimer üzerine yoğunlaşın, teşhisten tedaviye önce temel ilkeleri sonra ayrıntıları ve yeni araştırma bulgularını titizce inceleyin. Bir süre sonra beyin ile ilgili birçok bilgiye sahip olduğunuzu görecek, tikelden genele doğru olan bu yöntem, diğer beynin işleyişini ve beyin hastalıklarını anlamanızı da kolaylaştıracak.
Günümüz toplumunu, daha doğrusu üç yüz yıldan beri bönce batının sonra tüm dünyanın gark olduğu modernliğin tarihini ve zamanımızdaki hallerini iyi kavrayabilmek için ben de benzeri bir yol izliyorum. Modernlikle ilgili birçok bilim dalı ve felsefe tarafından üretilen kütüphaneler dolusu yayını takip etmeme imkan olmadığını biliyorum. İncelemeye daha heves gösterdiğim, mesleğime de yakın düşen konuları olabildiğince mercek altına alma yolunu seçiyorum. Bu amaçla yoğunlaştığım favori konulardan birisi de yalnızlık… Yalnızlık konusunun izini sürdüğünüzde, modern toplumda ailenin geçirdiği aşamaların ve aile karşıtlığının, boşanma oranlarındaki artışın, çocuk yetiştirme sorunlarının, toplum yaşlanmasının, yaşlılık ve gençlik sorunlarının, mahremiyet dönüşümlerinin nedenlerini ve sonuçlarını daha iyi idrak etme fırsatı yakalıyorsunuz.
“Yalnızlık” dediğimizde içimizde iyi hisler uyanmıyor. Modernlikle birlikte yalnız insanların artmaya başladığını söylediğimizde aynı zamanda modernliği de eleştirdiğimizi sanıyoruz. Ama artık tam öyle değil. Geçen yıl Norveçli düşünür Svendsen’in “Yalnızlık Felsefesi” kitabı üzerine yazdığım yazılarda göstermeye çalıştığım gibi artık bu tür söylemler eskisi gibi etki yapmıyor. Batı toplumunda ortaya çıkan yalnızlık manzaralarının pek de kötü olmadığını hatta değerliliğin ve seçkinliğin bir kanıtı, bir ayrıcalık olduğunu söyleyenler var ve sesleri giderek gürleşiyor çünkü…
“Yalnızlık” değil de Alman asıllı ABD’li sosyolog Eric Klinenberg’in ileri sürdüğü “solo yaşam” kavramı tercih ediliyor. Bununla yalnız yaşama eğiliminin uygarlığın yeni bir aşaması, kabul edilmesi gereken yeni bir toplumsal gerçeklik olduğu öne sürülüyor. Yalnız yaşamayı öğretebilmek için, yalnızlığın can sıkıntısı ve depresyon gibi olumsuz yan etkilerinden korunabilmek için kurslar düzenleniyor.
Üsküdar Üniversitesi’nin “Psiko Hayat” (www.psikohayat.com) adında çok şık bir dergisi var. Kış 2018 nüshasında “solo yaşam” konusu ele alınıyor. Üniversitenin Sosyoloji bölümünün başında olan kıymetli dostum Prof. Dr. Abulfaz Süleymanov, şunları söylüyor: “Yapılan araştırmalar, son 50 yılda dünyada, özellikle de gelişmiş batılı ülkelerde yalnız yaşayanların sayısının hızla arttığını, insanların artık mecburiyetten değil kendi tercihleri dolayısıyla yalnız yaşadıklarını ortaya koyuyor. Bazı Avrupa ülkelerinde yalnız yaşayanların oranı %60’ı buluyor. 2014’te yayınlanan Pew Raporu’na göre, bugünün genç yetişkinleri 50 yaşına geldiklerinde yaklaşık dörtte birinin hiç evlenmemiş olacağı tahmin ediliyor…
Türkiye’de de yalnız yaşlayanların sayısında çarpıcı bir artış gözleniyor. Son istatistik verilerinden yapılan hesaplamalara göre, Türkiye’de yalnız yaşayanlar nüfusun % 4.3’ünü oluşturuyor. Tek kişilik hane halkı sayısı 2017’de 3 milyon 491 bin 148 olarak kayıtlara geçerken, toplam hane halkı içindeki oranı yıllar itibariyle artış göstererek %15.4’e ulaştı. Yani kaba bir hesapla, Türkiye’de her altı yedi evden birinde “yalnız” yaşanıyor. Bu oran 2016’da %14.9, 2015’te %14.4, 2014 yılında da %13.9 düzeyindeydi… Daha önce en çok 65 yaş üstü kişilerde gözlenen yalnız yaşama, giderek daha genç yaştakileri de içine almaya başladı. Neredeyse her ailede büyüyen genç kuşak daha lise çağında yalnız yaşamanın hayalini kuruyor. Özellikle evlilik çağında olan yaş grupları arasında bu trendin ağırlık kazanması gelecek adına endişe verici.”